İnsanın içinden "İyi ki Galatasaray, Bursaspor'a 5-0 yenilmiş" diyeceği geliyor!. Ya o maç "1-0 gibi, 2-1 gibi tahammül edilebilecek bir sonuçla ya da Galatasaray'ın puan alacağı bir skorla bitse" idi, ne olacaktı? "5-0'la ortaya dökülen" acı gerçekler gizli kalmaya devam edecek, "bu acı gerçeklerin tedbirleri alınmayacak" ve ancak "bade harab- ül Basra", yani "Basra harap olduktan sonra" akıllar başlara gelecekti!. Bakınız acı gerçekler nelermiş: Prof. Dr. Burhan Uslu'nun Galatasaray'dan ayrılış sebeplerinin altında acaba neler yatıyor; araştırılmalı imiş!. Galatasaraylı futbolcuların beslenmeden, gece hayatlarına kadar "önemli sorunları" varmış!.. "Avrupa Kupalarında önemli maçlar kazanılınca", mesela PSV karşılaşmasından sonra olduğu gibi, yöneticiler "başka yerde", futbolcular ise "başka başka yerlerde" sabahın erken saatlerine kadar süren "kutlamalar yapıyorlarmış!.." Spor sağlığı bilimi, "hatta mümkünse maçlardan sonra futbolcuları evlerine bile göndermeyin, ertesi sabaha kadar kamplarda tutun ve tam bir istirahat yapmalarını sağlayın, gıda rejimini de ayarlayın" diyormuş, ama kimin umurunda imiş? Galatasaraylı futbolcular, "yöneticilerin ve teknik direktörün haberi olmadan", Futbol Federasyonu ile "maçlarının ertelenmemesinin" ve Milli Takım Teknik Direktörü ile de "milli takıma çağrılıp çağrılmama pazarlığı" yapıyorlarmış!.. Bu durum, "son derece efendi" ve hatta bu efendiliği sebebiyle "disiplini sağlayamadığı" yönünde sert eleştiriler alan teknik direktör Lucescu'yu bile çileden çıkarmış ve "çok haklı" olarak isyan ettirmiş!. Meğer Galatasaraylı yöneticiler, "Bursa maçının bir ya da iki gün sonraya bırakılması" konusunda "farklı görüşlere sahip oldukları halde" bir araya gelip "bir kararda birleşememişler", hatta teknik direktörlerinin fikrini almaya bile gerek görmemişler!. Lig fikstürü ve UEFA'nın maç takvimi ellerinde olduğu halde, "iki önemli maçın iki gün ara ile oynanacağının farkına varamamışlar" ve maçlardan "çok önce" dirayetli bir yönetim gibi davranıp "Cuma maçının Cumartesi ya da Pazara alınması" müracaatını yapamamışlar!. Turgay Renklikurt hocama telefonda sordum: "PSV maçından sonra yapılamayan aktif dinlenmenin ve Bursa maçının psikolojik yıkımının Galatasaray'ın bundan sonraki maçlarına ve özellikle 8 Galatasaraylı futbolcunun çağrıldığı Milli Takım'a bir yansıması, bir zararı olur mu?" Sevgili hocam, "çok şeyler" anlattı!.. "Milli maçlar arefesinde", Renklikurt'un söylediklerini, yaptığı bilimsel açıklamaları yazarak, kimsenin moralini bozmak istemem!. Ama, "mutlaka" gereken "bilimsel" sağlık tedbirlerinin alınmasının şart olduğunu söylemek ve yazmak zorundayım! Ben, "milli takıma karşı" görevimi yapıyorum; tedbir alınmamışsa, "beklenmeyen oyuncuların beklenmeyecek kadar kötü oynamaları" kimseyi şaşırtmasın!. Çünkü, "bilim bu ihtimalin olabileceğini" !.. Bir bilmecem var!.. Çok sevdiğim ve inandığım bir meslektaşım sütunlarımızda "selamlaştığımız" Erman Toroğlu hocam ile ilgili olarak, telefonda "çok önemli şeyler" söyledi. "İznini almadığım için" adını yazmayacağım. Ama hemen "şunu ilave edeyim" ki; kendisi "son 4-5 yıldır Erman hocayı, yazılarında ve TV yorumlarında aldığı tavrı hiç beğenmeyen, bu yüzden ağır şekilde eleştiren" bir spor yazarı idi. Telefonda dedi ki: "Öcal Ağabey... Biliyor musun, Erman hocaya bakış açımda büyük değişiklik oldu. Onu artık eskisi kadar antipatik ve agresif bulmuyorum. Hatta sevimli bulmaya başladığımı da söyleyebilirim." Önce "espri yapıyor" zannettim. "Öyle" cevaplar verdim, baktım ki espri yapmıyor, "ciddi" konuşuyor; sebebini sordum!. Bu satırları okuyanlara, şimdi desem ki; "10 tane sebep sayın bakalım, sevgili meslektaşımın Erman hocayı sempatik bulmaya başlamasının sebebini bulabilecek misiniz?" İnanıyorum ki, bulamayacaklar!.. "Aynen" o arkadaşımın söylediklerini yazıyorum: "Ekranlarda Ahmet Çakar'ı gördükçe, seyrettikçe ve dinledikçe, Erman hocaya çok haksızlık yaptığımı anladım. Çakar'ın yanında onu o kadar sempatik ve cana yakın buluyorum ki.." Sevgili Erman hocam, ben senin yerinde olsam, Çakar'a her hafta bir yemek ısmarlardım!. Görüyorsun sana yaptığı iyilik, az buz değil! Bilmem ki, sevgili Çakar'ın da "bu değerli ve tecrübeli meslektaşımın mesajından alacağı bir ders" var mı? Avusturya'yı eleyeceğiz!.. Bana soruyorlar; "Şenol Güneş hoca ile Avusturya'yı eleyebilecek miyiz?" Lâfı hiç evelemeden, gevelemeden konuşuyorum: "En ufak bir şüphem ve endişem yok; eleyeceğiz!.." Hatta daha da ileri bir adım atıyorum; "Avusturya'dan da eleyeceğimizi dosta düşmana gösterecek bir sonuçla döneceğiz!." Futbol bu; ya tersi olursa? Elbette "futbol bu"; her şeyin olması mümkün!.. Ama bu, benim "maça 24 saat kala" bu kadar "kesin" bir tahmin yapmama engel değil!.. Hiç aklıma getirmediğim halde, tahminimde yanılırsam,o zaman "beni yanıltan sebeplere" bir bakarız ve "olayı sil baştan yorumlarız!." Şenol hoca, Avusturya önüne hangi taktik ve tertiple çıkacak, sonra dönüp Ali Sami Yen'deki maçın tertip ve taktiğinde hangi değişiklikleri yapacak; "bunlar" benim için "çok önemli konular değil!." "Bu konular", önce Hoca'nın, sonra da futbolcuların işi!. Benim işim, "onlara inanmak, güvenmek" ve hep beraber "Türk Milleti'ne verdikleri sözü" yerine getirmelerini beklemek!. Elbette gönül, finalleri "böylesine bir baraj maçına kalmadan" garantilemelerini istiyordu; olmadı!. Önümüzdeki Çarşamba gecesi demek istiyoruz ki; "zor oldu, ama oldu!." Türk futbolu, Avusturya futbolunun çok önüne geçtiğini gösterdi!. Şimdiden, "Onları yeneceğiz ve eleyerek Dünya Kupası'na gideceğiz" demek, neden fazla iyimserlik olsun? Osman Coşgül!.. Bir Cumartesinin "Uluçmarket'inde" iki "kara yazı!.." Biri Mustafa Tenim, öteki Osman Coşgül için... "En sevdiğim" üç spor dalından ikisinde "Türk spor camiasının iki büyük kaybı!.." Merak edenler için ilave edeyim; "en sevdiğim spor branşlarının üçüncüsü" tenistir ve "futbol bu sıralamada 5'incilikte bile değildir!." Ve bu iki kayıp da, "benim faal spor yazarlığı dönemimin" kahramanları idiler; biri Türkiye ve uluslararası çapta... Öteki Ankara ve Türkiye çapında!.. Cüneyt Koryürek ağabeyim'in ve sevgili Hıncal Uluç kardeşimin Coşgül ile ilgili yazılarını okurken, gözlerim yaşardı!.. Coşgül, Ekrem Koçak ve Cahit Önel ile beraber, Cüneyt Ağabey'in yazdığı gibi, "o yılların Türk atletizminin gerçek üç silahşöründen biriydi." Atletizme en yetenekli olanları Ekrem Koçak'tı... Ama, o "kendi değerini" hiçbir zaman anlamadı, anlamak istemedi. "Dünya çapında bir rekortmen olacak iken", Akdeniz ve Balkan Şampiyonalarının birincilik kürsülerinden öteye gidemedi!. Cahit Önel, içlerinde en akıllısıydı; "kendisine antrenörlük, teknik adamlık yapacak kadar" işi bilirdi ve sevgili Hıncal doğru söylüyor; bir "taktik dehası" idi!. Ama, yoğun ve doktor kontrolsüz "vitamin kürleri" onun dalak ve karaciğerini bitirince, çok genç yaşta aramızdan ayrıldı!. Osman Coşgül ise, zamanında 5000 ve 10000 metrelerin Balkanlarda "en gözde ve en büyük atletiydi!." Türkiye'de ise, "Ekrem Koçak-Cahit Önel rekabetinin arkasında kaldığı için" hak ettiği, "en az onlar kadar" hak ettiği ilgiye kavuşamadı. Hele "atletizmi bıraktıktan sonra", işte "ölüm haberini duyana ve okuyana kadar", onun şampiyonluklarını yaşamış ve alkışlamış olanların büyük çoğunluğu bile "ne yaptığını, nerede olduğunu" öğrenememişti!. Ekrem Koçak Fenerbahçeli idi!.. Cahit Önel "büyük" bir Galatasaraylıydı!. Osman Coşgül de "büyük" bir Fenerbahçeli!.. Ama, "kulüplerinin son yıllardaki yöneticileri", bu büyük müesseseleri git gide "futbol kulübü" ve ondan da öteye "profesyonel futbol kulübü" haline dönüştürmeye başladıkları için, "kulüplerine ve Türk Sporu'na hizmet etmiş" kahramanlara karşı başlattıkları "kayıtsızlık ve vefasızlık" yarışında "liderliği kimselere bırakmamaya özel gayret gösteriyorlar!." Önce, Cahit'i kaybettik... Sonra Ekrem gitti... Şimdi de Osman... Türk Atletizmi'nin "komada olmasının bir sebebi" de, acaba "yerlerine bir türlü yenilerini yetiştiremediğimiz, koyamadığımız" bu büyük sporcuların birbiri ardına aramızdan ayrılmasından dolayı "duyduğu büyük üzüntü mü?" Türk Atletizmi, insanların, kulüplerin vefasızlığına ve adeta "Brütüs" rolünü üstlenmelerine karşı, "Sezar gibi" tepki koyuyor, galiba: "Öyleyse, sen de öl Sezar!.." Mustafa Tenim!.... Hey gidi Mustafa'm hey... "Aramızdan ebediyyen ayrıldığını" bir küçücük gazete haberinde okumasam, öğrenemeyecektim!.. "Senin adına" 12-14 Kasım tarihlerinde İzmir'de bir turnuva yapılacağını ve bu turnuvaya Aydın Örs ile Doğan Hakyemez'in de davet edildiğini yazan haberi okurken, "yüreğim cızz etti!." Gençliğimizin "basketbol dolu" Ankara günleri, gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti!.. Rakip takım seyircilerinin seni kızdırmak ve "bir makine intizamı içinde sepete bıraktığın şutlarının şaşırmasını sağlamak" için yaptıkları tezahürat kulaklarımda çınladı: "4 Numara... Çok madara... Kibrit kafa... Mustafaaa.." Hiç kızmazdın... O sihirli ellerinle "oynadığın takımı galip getirecek" şutlarına devam eder, seyirciyi "önce susturur", sonra da alkışlarını alırdın!.. Zarif insandın... Örnek insandın... Can insandın... Hocalığın da "örnek insan" olarak geçti!.. Ne var ki, "çok şey verdiğin" Türk sporu, sana "verdiğin emeklerin karşılığı olan" vefayı göstermedi!.. Hiç birimiz gösteremedik!.. O "küçücük" haberi okumasam, bu satırları bile yazamayacaktım!.. Yazıklar olsun, hepimize!.. Ve sen "nur içinde yat", benim "beyefendi" Mustafa'm!.. Karar vermeli!.. Fatih Terim, yıllar önce "bizler için" demişti ki: "Bunların hepsi firavun... Ama bilmeliler ki, her firavunun bir Musa'sı vardır. Onların da Musa'sı benim!.." Duydum ki, "Milan'da görevine son verildiği dakikalarda" İstanbul'da bir toplantıda yaptığı konuşmada, "hâlâ oralarda takıntılı kaldığını gösteren" sözler etmiş "o günlerin Firavun-Musa olayını" anlatmış!.. "Bu kafayı değiştirmedikçe", gideceği her büyük kulüpte başına Fiorentina'dakilere Milan'dakilere benzer olayların geleceğini öğrenemeyen bir teknik adamdan, bilmem ki "1000 dolara yakın para ödeyerek" ne öğrenilir? Hâlâ, "Ben... Ben.. .Ben..." demekten öteye gidemeyen bir Terim'den "takımdaşlık" konferansı dinlemek de, doğrusu "çok hoş olsa gerek!.." O zaman "firavun" dediği bizlerin eleştirilerine kulak verse ve "uyumsuz tavırlarını düzeltse idi, belki de başına bunlar hiç gelmeyecekti!." Ama O, "gerçekten kendisinin iyiliğini isteyenler yerine", gitti etrafını saran "dalkavukların yağlı-ballı yaltaklanmalarını tercih etti!." Bugün ise Türkiye'de "aklı başında" bir çok yazar-çizer, yağcıların, balcıların aksine, "hormonlu liderlikten, kaybedilen karizmaya ve narsistliğe kadar uzanan" yorumlar, analizler yapıyor; nereden nereye? Bugünlerde, yağcı ve balcıların onun için "yeni" bir yakıştırması var: "Brütüs'ün arkasından hançerlediği Sezar'a benziyor!.." "İtiraz etmediğine göre", ünlü teknik adamın, "Sezar'lığı kabul ettiği anlaşılıyor!." Sormak hakkımız değil mi; "sevgili Terim, Musa mısın, yoksa Sezar mı? Birini tercih et de, ona göre davranalım!.." Aksi halde, "karıştırır da, bir hata yaparsak", sakın bize kızma!.. Bu arada değerli bir meslektaşımın bir yazısında okuduğum enteresan bir "sınıflandırmayı" yazayım: Diyor ki; "İmparatorlar görevden alınmazlar. Onlar ya suikaste kurban giderler, ya büyük Allah kendi verdiği canı geri alır, ya da büyük bir savaşta yenilerek tahtlarından olurlar!." Bu tasnife göre "tarihte görevden alınan ilk imparator" oluyorsun!. Keşke "böyle bir ilk", sen olmasaydın!. Hepimizi üzdün!..