Erman hoca ve spor yazarlığı!..

A -
A +

Erman Toroğlu'nu "futbolculuğundan beri" sevdiğimi, taaa o günlerin Ankara'sından dostluğumuz olduğunu defalarca yazdım. Ne var ki, "bunlar" onu hakemliğinde de, hakem yorumculuğunda da eleştirmeme mani değil! Geçen gün gene "Maraton programında" sevgili Şansal Büyüka ile oturmuş "ileri-geri oynatıp" analizler yaparken, "kıl payı bir pasif-aktif ofsayt enstantanesini" bahane edip, hiç gereği yokken "lâf" atıverdi: "Spor yazarları öğrensinler... Öğrenecekler..." Onu sevmesem, "Hay başına spor yazarları kadar taş düşmesin e mi?" diyeceğim ama, hem ona, hem bana yakışmaz!.. İşe spor yazarlarını karıştırmanın ne yeri, ne zamanı!.. "Karşında oturan" sevgili Büyüka da "spor yazarı!.." Ne var ki, "o", yıllardır "senin spor yazarları konusundaki takıntına ses çıkarmamayı" galiba görev edinmiş!.. Erman hoca, hâlâ öğrenemedin; "spor yazarının işi", defalarca "ileri-geri al" gösterilerinden sonra "ancak tesbit edilebilen" çok ince bir "pasif-aktif ofsayt olayını" analiz etmek ve anlatmak değildir!. "Dua et" ki, değildir; zira "bu konu", hakem yorumcularının, hadi bir adım daha ileriye gideyim, futbol yorumcularının işidir! Eğer "spor yazarlarının işi olsaydı", şimdi "başta zat-ı aliniz olmak üzere" pek çok hakem ve futbol yorumcusu işsiz kalırdı!.. İkincisi, bak "spor yazarının işi" nedir? "Johnson'un çıkarıp bir seyirciye attığı formasının, bir-iki dakika sonra çamaşır leğeninden çıkmış gibi sıkılırken şakır şakır ter akıtmasına inanmamaktır!.." "Johnson formayı zorlukla üzerinden sıyırırken, tek damla ter yere düşmemişken", nasıl olur da bir-iki dakikada "o formadan çamaşır leğeninden çıkmışcasına şakır şakır ter akar" diye düşünerek, çıkıp TV ekranına "Bakın bir tek Johnson vardı koşan, çırpınan, işte formasından nasıl ter aktığını gördük" diye, o "üzerine su dökülmüş" formayı "örnek göstermez!.." Bir de, "ikide bir" diyorsun ki; "Bunları ancak futbol oynayanlar bilir!.." Johnson "her maçta öyle koşuyor"; bir maç sonu formayı çıkar onun sırtından, dene bakalım, o TV'deki gibi "şakır şakır" görüntülere benzeyen bir tablo ortaya çıkacak mı? Kim bilir, belki de çıkabilir ama, "Biz spor yazarları, yani gazeteciler, 'sadece' ekranlardaki görüntülere bakıp ahkâm kesmeyiz. Zira o görüntüler,çok yanıltıcı olabilir. Biz bizzat yaşarız, bizzat görürüz, bizzat deneriz, inanırız, ondan sonra okuyucumuza anlatırız!.." İşte, "spor yazarı ile hakem - futbol yorumcusunun arasındaki fark" budur!.. Bırakalım da, herkes "kendi işini yapsın!.." Beşiktaş'a bir tavsiye!.. Daum'un Almanya'da başlayan davası, ortaya garip bir durum çıkardı! Elbette, davanın nasıl sonuçlanacağını bilemeyiz. Ama, "uyuşturucu kullandığı" ve üstelik "kullanmadım" diyerek herkesi aldatmaya çalıştığı ortada!. Ola ki, Alman adaleti, Daum'a "Almanya'ya ve spora yaptığı hizmetler dolayısı ile" hoş görü ile yaklaşıp, "mahkumiyet kararı" vermeyebilir!. "Çektiği manevi azabı" yeterli bulabilir! Temenni edelim ki, öyle de olsun!.. Ama, bir başka gerçek var ki, onu değiştirmek mümkün değil!. Daum 2002 yılının Şubat ayının ortalarına kadar her hafta "Almanya'ya taşınacak!.." Git... Gel... Git... Gel... Hoca'ya bunca iyilik yapan Beşiktaş'a "son bir görev" düşüyor: Şubat ortasına kadar takımı Almanya'da kampa almak!.. Böylece, "hocanın da, Beşiktaş'ın da işi kolaylaşır!.." Maçtan maça Türkiye'ye gelir, toplarını oynarlar!.. Üstelik, Daum da "Türk basınındaki eleştirilerden" uzak kalmış olur!.. Yooo... Gülmeyin... "Bu durumdaki bir hocada ısrar etmek" ile, "benim teklifim arasında" pek büyük bir fark olduğunu sanmıyorum!.. Asıl soru şu: Daum Beşiktaş'ı mı düşünecek, yoksa mahkemesini mi? Cevap belli olduğuna göre, benim teklifime neden gülüyorsunuz? Kimseler kızmasın!.. Galatasaray "beş Şampiyonlar Ligi maçı ile, son Beşiktaş karşılaşmasını" hep "futbol dahisi" Lucescu'nun "Önce yenilme, sonra Allah kerim" taktiği ile oynadı!. İstanbul'daki Lazio maçı ile, Fransa'daki Nantes maçında "şansı yaver gitti", rakipler gol atamayınca, Galatasaray'ın attığı "birer gol" 6 puan getirdi!.. "Rakipler gol atabilse", bu maçlarda Galatasaray'ın galip gelmesi hayal olacaktı!. "Beş Avrupa maçinda 3 gol atabilen" ve "yerden yere vurduğumuz" Fenerbahçe ile beraber "Şampiyonlar Ligi'nin en az gol atan takımlarının başında gelen" Galatasaray'ın teknik direktörünün "nasıl bir futbol sihirbazı olduğu" ortada değil mi? Beşiktaş maçına, bizzat Hocası'nın deyimi ile "0-4 olabilecek" bir skoru getirecek kadar zavallı bir futbolla başlayan, Ronaldo'nun kaçırdığı "inanılmaz fırsatla hezimetten kurtulan" ve "kendine gelen", daha sonra "nasıl olsa her şey bitti" havası içinde "hücuma dönen" ve "gerçek Galatasaray gibi oynamaya başlayan", deplasmanda stadı dolduran coşkun "rakip seyirciye rağmen" maçı kurtaran bir takımı, Lazio önünde "gene" ve talihsiz bir şekilde "beraberlik düşüncesiyle" sahaya sürmek, ancak ve ancak "Lucescu kafasına uyacak" bir olaydı!. Avrupa Kupalarında da, İtalya Ligi'nde de "perişan halde bulunan" bir Lazio'dan korkan Hoca'ya "büyük hoca" demek mümkün mü? 4 maçta "3 gol atabilmiş" ama "6 gol yemiş" bir takımdan "gol yerim" diye korkmak mı, yoksa "nasıl olsa gol atarım" diye düşünerek, ona göre bir taktik ve tertip düşünmek mi, doğrudur? Daha da ileri gidelim: Arif gibi "süratli, geniş alanları seven" bir futbolcuyu, "kazanmaktan başka çaresi olmadığı için", Lazio'nun Galatasaray'ın üzerine geleceği ve defansını ihmal edeceği, risk alacağı bir zamanda mı oynatmak, teknik adamlıktır; yoksa oyunun karambole dönüştüğü ve belki de rakibin "gol atmış olabileceği" ve gol attığı için defansa çekilip, "çok adamla ve alan daraltarak oynayacağı" bir sırada "oyunda bulundurmak" mı? "Bir galibiyetin 3 puan getirdiği", ama "3 puana ulaşmak için 3 beraberlik almanın gerektiği" bir puanlama düzeninde, "beraberliklerle başarıya ulaşacağını uman" bir Hoca'ya söylenecek çok şey var, amma... "Alkışlarla" onu "yere göğe koyamayanlara ayıp olmasın" diye, yineliyorum: "En büyük Lucescu, başka büyük yok!.." Bilmem ki, gelecek hafta Ali Sami Yen'de de PSV'ye karşı Galatasaray'ı "bir puan altın puan" diye sahaya sürerse, onu "dahi" mertebesine yükseltenler ne diyecek, ne yazacaklar? Yooo... Şaşırmayın... Takımı gene "öyle oynatacak"; var mısınız iddiaya? Grubun "en az gol atan" takımından korkan bir hoca, grubun "en çok gol atan ikinci takımından" korkmaz mı? PSV, grubun "en çok gol yiyen takımı" imiş, kimin umurunda? "Bu kafa" ve takımı!.. Galatasaraylılar'ın içinde kızanlar var; "Fenerbahçe'nin durumu ortada iken, Galatasaray'ı ve Lucescu'yu neden bu kadar ağır eleştiriyorsun? Daha ne yapsınlar, ligde liderler, Şampiyonlar Ligi'nde de şanslarını sürdürüyorlar!." "Kötü durumda olanı örnek göstererek" kıyaslama yapmak ve "kötünün az iyisine" razı olup "şükretmek" benim düşüncelerim ve ilkelerim arasında yoktur!. Bu yüzden "ileriye doğru yarış yapacaklarına", tam aksine "ileriye gidenleri geriye çekmek için" mücadele edenleri sevmem ve alkışlamam!. "Filan takımı durduramazsak, bir daha yetişemeyiz. Öyleyse, tankımız, topumuz, kısaca neyimiz varsa, o takımı durdurmak için kullanmalıyız" kompleksi, kıskançlığı ve uygulaması, "maalesef" Türkiye'de hem de koca koca kulüplerin yöneticilerinin, koca koca yazar-çizerlerin açıkça ilan ettikleri bir strateji olmuştur! İşte "bu kafadır" ki, bugün Fenerbahçe'yi "sıfır puanla" Şampiyonlar Ligi'nde "tek örneği olan" negatif bir rekora koşturmaktadır! Ve "gene" bu kafadır ki, "bütün Dünya'nın gücünü ve başarılarını kabul ve takdir ettiği" Galatasaray'ı, "sıradan bir takım" ve onun yöneticilerini "havlayanlar" diye niteleyecek kadar iz'ansız, insafsız ve "kördür!." "Ülkenin şu anda en pahalıya kurulmuş takımı", ne yazık ki "bu kafadaki yöneticilerin elinde olduğu içindir" ki, Avrupalı TV yorumcularına ve spor yazarlarına "espri" malzemesi haline gelmiştir!. Türk gazetelerinde "Beterhane" diye başlıklar atılmıştır!.. İşte "bu kafa", spor yazarlarına "kulüp içindeki havayı" nakleden haberleri yazdıkları için "yazanlar şerefsizdir", kendi teknik direktörü için "ne yapalım, dövelim mi", rakip yöneticiler için "başlarına geleceği anladılar, havlıyorlar" seviyesinde sözler sarf edebilmekte, sonra da kendilerine "büyük kulüp yöneticisi olmak" etiketini yakıştırmaktadırlar! Onları "böylesine şımartan" nedir?. Para... Para... Ve de "birdenbire ramp ışıklarına çıkıp meşhur olmanın dayanılmaz hafifliği!.." Kim bilir, "Galatasaray onların takımlarının durumuna düşse ve onların takımları Galatasaray'ın başarısını yakalasa" ne yapacaklardı? "Bu kafa" değişmelidir!. "Değişmezse" başarılı olmanın hayal olacağını herkes bilmeli ve anlamalıdır!. Başarıyı, şöhreti ve parayı hazmetmek; işte bütün mesele!.. Bilmem ki, "bu gerçeği, o kafalara nasıl ve kim anlatacak?" Arif'ten, Bülent'e!... Galatasaray'ı Lazio maçında mağlup eden golün başlangıcı Arif'in "hücumda basamadığı" toptu!.. Takip de etmedi... Sonra, topu Stankoviç nerede ise santrada aldı, Galatasaray kalesine gelmeye başladı... "Yanında" adeta "yaveri hası" gibi koşan ve "ona basmayan" bir oyuncu vardı, Yugoslav futbolcunun "bomboş" şutu atmasını da seyretti; Bülent!.. Ve... Lucescu'yu "defansa dönük orta saha gözdesi" Bülent ile, "hücumdaki" büyük kozu Arif mahcup etti!.. Bülent "bermutat" gene "en kolay topları bile, ileriye kullanacağına" seyircimizi çileden çıkaracak kadar yana ve geriye oynadı, bir çok "kontratak akınını" başlamadan bitirdi! Arif ise "hakemi aldatan düşüşlerinden" birkaç örnek sundu; bereket hakem "sarı kartsız" idare etti!. Sergen'in kullanacağı "duran topları" elinden ve önünden alarak, tribünlere yollayışı da, doğrusu ya,Galatasaray'daki "başı boşluğun hâlâ sürdüğünü" adeta bağıra bağıra ilân ediyordu!. Şimdi bir sorum da "hocaların hocası" sevgili Turgay Renklikurt'a; Bir takımda bu kadar sakat olursa ve hele hele bu sakatlıklar bu kadar uzarsa, özellikle adale ve lif atmalar, kasık sakatlıkları ön plana çıkarsa, "bu ne demektir ve hangi anlama gelir?" Acaba, "devamlı iğnelerle sahaya sürülen futbolcuların hazin durumlarıyla" mı karşı karşıyayız? Ya, Horvath'lar, Shepar'lar, Mpenza'lar ne oluyor? Bunlar "ülkelerinin milli takımlarında oynarken" Galatasaray'a gelmediler mi? Bunca haftadır "10-15 dakika sahaya sürülebilecek ya da sakatların yerini doldurabilecek hale gelmediler, gelemedilerse", bu nasıl izah edilebilir? Lütfeder bir anlatırsan, hem bizler öğreniriz, hem de Galatasaraylı yöneticiler!.. Kim bilir, belki o zaman, Lucescu'ya söyleyecekleri "bir-iki kelime de olabilir!.." Ne dersin? Öldü de, ağlayanı yok!.. Radikal'de sevgili Cüneyt Koryürek soruyor; "Maraton öldü mü?" Elbette "Dünya'daki maratonu kast etmiyor; onun kast ettiği Türk maratonu!.." Cevabı o da biliyor ama, "atletizme o kadar aşık ki", gerçeği söyleyemiyor: Türk maratonu öldü, üstelik ağlayanı da yok!. Üstelik "ölen" sadece Türk maratonu mu? "Birkaç tane" atleti çıkarın, ki onların da "yarısı" devşirme, geriye "Türk atletizmi olarak ne kalır?" "Atletizmin içinden çıkıp gelen" eski bir şampiyonun ve Türkiye rekortmeninin Federasyon Başkanı olması bizleri ümitlendirmişti!. Ama, "camiayı derleyip toparlayacağına", küskünleri, kırgınları bir araya getireceğine, "plan ve proğramlarını, atletizmin misyonerliğine soyunmuş" ağabeylerinin de yardım ve desteğiyle yapacağına, "kabuğuna çekilip", her şeyi ama her şeyi "ben bilirim, ben yaparım" diyerek kişileştiren bir federasyon başkanı olup çıktı!.. Beş atleti, dört antrenörü yönetemeyeceğini ortaya koyacak olaylara sebep oldu!. Bütün bunları Cüneyt ağabey "benden iyi biliyor" ama, yazmaya kalemi, söylemeye dili varmıyor!. Asya-Avrupa maratonu fiyaskosu ise, İstanbul Belediyesi ile beraber, Federasyon'un da sorumluluğunda! "Kabahat samur kürk olsa" kimse giymezmiş!. Bence kabahat, "böyle bir maratonu icat eden" Cüneyt Koryürek - Hıncal Uluç - Oktay Kurtböke - Abdülkadir Yücelman dörtlüsünde!.. Durup durureken, belediyenin de, federasyonun da başına iş açacak ne vardı?

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.