Nurhak Kaymakamı Murat Sefa Demiryürek, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde (Siyasal Bilgiler Fakültesi / Kamu yönetimi) Prof.Dr. Kurthan Fişek danışmanlığında gerçekleştirdiği "Futbolda Şiddet Olgusu ve Futbol Karşılaşmalarının Güvenlik Yönetimi" başlığını taşıyan yüksek lisans çalışması masamın üzerinde duruyor. Günlerdir onu okuyor, düşünüyor ve kendi kendime tartışıyorum! Bakınız, bu çalışmanın 64 ve 65 inci sayfalarında ne yazıyor: "...Avrupa ülkelerinde 1970'li yıllardan itibaren artmaya başlayan futbol karşılaşmalarındaki şiddet olaylarının önlenmesi konusunda yoğunlaştırılmış ve 19 Nisan 1985 tarihinde Konsey'in merkezinin bulunduğu Strasbourg'da imzaya açılan 'Sportif Karşılaşmalarda ve Özellikle Futbol Maçlarında Seyircilerin Şiddet Gösterilerine ve Taşkınlıklarına Dair Avrupa Sözleşmesi' ni ortaya koymuştur. Türk Hükümeti tarafından 25 Eylül 1986 tarihinde imzalanan söz konusu sözleşme, TBMM tarafından 18 Ocak 1990 tarihinde kabul edilerek 24 Ocak 1990 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanmak suretiyle yürürlüğe giren 3608 sayılı kanun ile onaylanmıştır. Sözleşmenin yürürlüğe girişi ise 1 Ocak 1991 tarihinden itibaren olmuştur." Bu ne demektir? Bu şu demektir; "Anayasa'nın 90. Maddesine göre, TBMM'nin onaylaması ile bu sözleşme iç hukuk metni haline dönüşmüştür!." Peki, "bu sözleşmede ne vardır?" Bugün "baş etmeye çalıştığımız büyük problemin" çözümü için her şey vardır, önlemler vardır; "statlardan, seyircilerden, taraftarlardan,taraftar derneklerine, sporculara ve yöneticilere kadar" her şey!.. Peki "iç hukuk hükmü haline geldiği halde" bu sözleşme neden uygulanamamaktadır? İşte işin "püf noktası burada!." Bu sözleşmede, "önlemler ve yaptırımlar için iç mevzuatın uyumunun sağlanması" yani "sözleşmeye uygun düzenlemelerin hazırlanarak yürürlüğe konulması" istenmektedir. Ve maalesef, Konsey'in bir çok üyesi yaptığı halde, Türkiye Hükümetleri, tam 13 yıldan beri "uyumu sağlayacak gerekli hukuki ve idari düzenlemeleri yapmayarak", tribün terörüne adeta "yeşil ışık yakmışlardır!." Bilmem ki, bugün statlarda terörü önleyecek yasa taslağını hazırlayan "Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ekibi" kimlerden kurulu idi? Avrupalı "bu sözleşmeleri, bu sözleşmelerle uyum sağlayacak kanun ve yönetmelikleri" hazırlarken, "uzman" hukukçuların, sosyologların, psikologların, eğitimcilerin, sporcuların, kamu yöneticilerinin, güvenlikçilerin, halkla ilişkicilerin bulunduğu komiteler kurmuştu; temenni edelim ki, "bizdeki çalışma" da böyle yapılmış olsun!. Olaylar büyüyünce "alel acele yapılmış" bir çalışma olmasın!. Ve mesela, Murat Sefa Demiryürek gibi, Kurthan Fişek Hoca gibi bu konularda "akademik çalışmalar yapmış, kitaplar yazmış" idarecilerden, spor ve bilim adamlarından faydalanılmış olsun!. Fanatizm ve Holiganizm!.. Demiryürek, yüksek lisans çalışmasında, bugün artık Türkiye statlarına da egemen olmaya başlayan "fanatizmi ve holiganizmi anlatırken", bu konuda "Gölgede ve Güneşte Futbol" kitabının yazarı Eduardo Galeano'nun "son derece gerçekçi" tarifine de yer vermiş. Galeano diyor ki: "Futbol fanatizmi, gerçekleri görmezden gelme hastalığının sağduyunun yok olmasıyla sonuçlanan en ileri hâlidir!" Bıraktım, "fanatik taraftarları", bu tarif, bizlere "bir çok kulp yöneticisini ve futbol yorumcusunu" hatırlatmıyor mu? Devam ediyor, Galeano: "Futbol fanatikleri ise, gürültücü,sürekli hır gür çıkaran, hiç bir zaman yalnız olmayan, kızgınlar safında bir sara hastası gibi maçı seyreden ama oyunu görmeyen ve daha çok bir savaş alanı olarak kabul ettiği rakip tribünlerle ilgilenen kişilerdir!." Galeano'nun, "İngiltere'yi örnek göstererek" ama olayın "İngiltere ile sınırlı kalmadığını, Avrupa başta bütün dünyaya yayıldığını" belirterek yaptığı "holigan" tarifi de bize çok şey anlatıyor: "Holiganların olduğu her yerde her zaman dehşet havası eser; bunların vücutları dövmelerle kaplı olup, mideleri alkolle doludur; boyunlarında ya da kulaklarında milliyetçi amblemler asılıdır, ellerinde kalın sopalar ve muştalar vardır; imparatorluklarının dağıtılmasından duydukları öfkeyi tribünlerde 'Rule Britanya' diye uluyarak kusarlarken, çevrelerinde dehşet ve panik meydana getirirler!." Ya medya? "Medyanın spordaki şiddet olaylarına etkisi" bakımından da İzmit'te yapılan bir panelde, bir bilim adamımızın görüşlerini, Anadolu Ajansı'nın bülteninden alarak sunuyorum: "Kocaeli Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu Öğretim Üyesi Yard.Doç.Dr.Cem Çetin, Avrupa ve Türkiye spor medyasını karşılaştırarak, "Avrupa basını yazılarla bilgilendiriyor, Türk basını ise görselliği ön plana çıkarıyor, tartışma açıyor ve taraftarı fanatik hâle getiriyor" dedi. "Siz görüntü verirsiniz, insanlar yorumlarını kendisi yapar. Asli görev bu ortamın sağlanmasıdır. Nüfus bakımından Fransa, İtalya, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerden üstünüz, ancak 2 spor gazetemizin tirajı bu ülkelerdeki eş değerlerinin çok altındadır. 60 milyonluk Fransa'da L'Equipe, 500 bin tiraja sahip. Bizdeki Fanatik ve Fotomaç gazetelerinin toplam tirajı 375 bin. Yani büyük takımların taraftarlarının yüzde 10'u bile spor gazetesi almıyor' diyen Çetin, 'spor gazetelerinin yöneticileri ve yazarlarının, halkın diğer spor dallarında da bilgi edinme hakkı dolayısı ile ciddi bir eğitimden geçmesi gerektiğini' söyledi." Demiryürek çalışmasında "Türk spor medyasının futbola yüzde 84.5 oranında yer verirken, basketbole yüzde 7.3 ve diğer 34 spor branşına da yüzde 8.2 gibi çok düşük düzeyde yer ayırdığını" belirtmekte ve şu görüşü öne sürmektedir: "...Medya, holigan eylemlerin ortaya çıkmasında sadece kışkırtıcı şekilde yayın yaparak seyirci kitleleri üzerinde olumsuz etkide bulunmakla kalmamakta, aynı zamanda onları spor konusunda bilinçlendirip olumlu motive etmede görevini de ihmal ederek şiddetin artmasına bir anlamda seyirci kalmaktadır." Bilmem ki,"daha fazla bir şey yazmaya" gerek var mı? Biraz sabır!.. Kendi ülkemizde "Avrupa ikincisi olan" basketbolcülerimizden "hemen" çok şeyler bekledik; "Dünya Şampiyonluğuna bile göz diktik", hiç olmazsa "ilk üç ve Olimpiyat hakkı" diyorduk!. Sonuç; hüsran!.. Aynı hataya "ülkemizde yapılan" Bayanlar Avrupa Voleybol Şampiyonası'nda "ikinci olduğumuzda" düştük! "Dünya Kupası" için "büyük iddialar ve ümitler" yaşadık, hiç olmazsa "ilk üç ve Olimpiyat hakkı" dedik!.. Müsabakalar devam ediyor ama, "büyük bir sürpriz yaşanmazsa" hayallerimizin suya düşeceği belli oluyor!. Neden, bu kadar "acûlüz?" Neden, sabretmeyi ve olgunlaşmayı bekleyemiyoruz? Neden, "bir başarının üzerine" kendimizi dev aynasında görüp, "çok iddialı hedeflere göz dikiyor", sonra da büyük hayal kırıklıkları yaşıyoruz? Neden, "sabretmeyi, çok ve devamlı çalışmayı, olgunlaşmayı" ilke olarak benimseyip, bu ilkenin gereklerini yapmıyoruz? Elbette "büyük düşünmek ve inanmak" başarının temel şartlarının başında gelir; ama "büyük düşünen ve inanan" başkaları sizden çok daha iyi çalışmış, yıllardan beri olgunlaşmış, bir çok başarılara imza atmış ise, "ilk defa başarılı olan" sizi, "ne kadar büyük düşünürseniz düşünün ve inanırsanız inanın", geçmeleri ya da yenmeleri "normal" değil mi? "Büyük düşünme ve inanma" sadece bize ait değil ki!.. Yazık oldu!.. Gaziantepspor'un hepimizi "çok mutlu eden" galibiyetinden sonra, "Sıra Gençlerbirliği'nde" diyorduk!.. Aslında "düşündüğümüz gibi de olacaktı!." Amma... Penaltıyı atamazsan.. Bir de "aptal golü" yersen, ayağına kadar gelen galibiyeti kaçırır, "tur şansını" da zora sokarsın!. Gaziantepspor da "penaltıyı atamadı!." Benim asıl şaşırdığım, koca takımda "penaltıcılığın" kala kala Johnson'a kalmasıydı!. O penaltının kaçmasının üzüntüsünü "3 güzel gol" geçirmişti, ama Gençlerbirliği'nin kaçırdığının üzüntüsü yüreklerimizde kaldı!. "Plâse penaltı atılmaaaz"; atılırsa olacağı budur ve "gol olma şansı" yüzde 50'ye düşer!. Peki ya, yenilen o "aptal gol???" Erkan, Galatasaraylı Ergün Penbe'ye özendi ve "kolayca ileriye ya da taca atacağı topu", ceza alanının dışında "çalım sevdasına kaptırdı", o da yetmedi, koştu atılacak şutun önüne geçmeye çalıştı, top ona çarparak kaleciyi kontrpiyede bırakıp kaleye girdi!. Gençlerbirliği'nin oynadığı futbol, Youla'nın çok etkisiz kalmasına rağmen, hatta "farklı bir galibiyeti getirecek" güzellikteydi; yazık oldu!. Federasyon ne yaptı? Soruyorum: Maçtan sonra TV kameralarının önünde hakeme "Nonoş" dediği iddia edilen Altaylı futbolcu için... Maç sırasında "kendisine küfreden" Beşiktaş taraftarına "eliyle çok çirkin bir hareket yaptığı" iddia edilen Galatasaray Teknik direktörü Fatih Terim için... Maçtan sonra, "Beşiktaş soyunma odasını bastığı" iddia edilen Galatasaray Kaptanı Bülent Korkmaz için... Maçtan sonra Şenol Güneş'e ve onun doğduğu kente, Akçaabat ve Trabzon seyircisine "çok çirkin sözler sarf ettiği" iddia edilen Fenerbahçe kaptanı Fatih Akyel için... Maçtan sonra TV kameralarına "Burası Beşiktaş'ın Stadı" diyerek, "rakip oyuncuları tehdit ettiği" iddia edilen Beşiktaş menajeri Sinan Engin ve rakip oyunculara "küfür ettiği" iddia edilen Beşiktaş yöneticisi Yıldırım Demirören için... Futbol Federasyonumuz ne yapmıştır? "Yeni ve özel kanunlar çıkarılmazsa, terör önlenmez" mazeretinin arkasına sığınan Federasyon, "kendi çıkardığı talimatnamelerdeki önlemleri ve cezaları bile uygulamaktan kaçınırsa", tribünlerdeki ve stat dışındaki şiddeti önlemeyi bir yana bıraktım; saha kenarındaki, içindeki ve soyunma odalarına giden koridorlardaki terörü nasıl önleyecektir? Bir açıklama yapsalar da öğrensek!. Dört as!.. Yooo... Poker oyunundan söz etmeyeceğim, edecek olsam "dört as" demez, "kare as" derdim!. Benim derdim, hafta içinde Avrupa Kupaları'nda oynayan "dört takımımızı nasıl gördüğümü" anlatmak!.. Sakın ola ki "yanlış anlaşılmasın", ben "dört ası yazarken" takımlarımızın oynadığı futbolu esas alıyorum!. Ve de, "asları" da satranç ile beraber "beyin sporu sayılan" briç oyunundaki değerlerine göre sıralıyorum: Maça Ası: Beşiktaş! Kupa Ası: Gaziantepspor! Karo Ası: Gençlerbirliği! Sinek Ası: Galatasaray! Uzun uzun yazmama gerek yok; briç bilenler "ne dediğimi" çok iyi anlayacaklardır!. Bilmiyenler de, "bilenlere sorarlarsa", dört takımımızın oynadıkları "futbol değerlerini" değişik bir tartıda görmüş olacaklar; zahmetleri için teşekkürler!. Açıkta kaldılar!.. Bir Aziz Yıldırım'a bakın, bir de Serdar Bilgili ve Özhan Canaydın'a!.. Ve "fair play" konusunda "bu üç başkanın nerelerde olduğunu" hemen anlayın!. Yıldırım, "tribünlerde terör estirenleri arkasına almak için", etrafında bulunan Murat Özaydınlı, Mahmut Uslu gibi "fanatik" yöneticilerin de dolduruşu ile "herkese ve her kuruluşa adeta savaş açarken", Serdar Bilgili ve Özhan Canaydın "fanatik taraftarları çileden çıkarmayı" ve "holigan grup ve derneklerin internet sitelerinde başkanı oldukları kulüplerin düşmanı ilân edilmeyi göze alarak" sporun ve fair play'in gereğini yaptılar!. Bakıyorum, Yıldırım - Uslu - Özaydınlı troykasının sesi sedası çıkmaz oldu!. Akçaabat Sebatspor maçına "taşıdıkları" taraftarların otobüslerinde bulunan palalar, saldırmalar, şişler, kasaturalar "bunlar mı terörist" sorularına cevap olacak nitelikteydi!. Fatih Akyel'i "Fenerbahçe Kaptanı yapan" zihniyettir, Yıldırım - Uslu - Özaydınlı troykasını Bilgili ve Canaydın'ın "çok açığında bırakan!." Ve de Fenerbahçe'yi yıllardır "başarısız" kılan!.. İtirazı olan var mı?