"Masa başında oturup" ahkâm kesmeyi, "gazetecilik" ya da "yazarlık" sayanlara, araştırmayanlara, öğrenmeyenlere gülüyorum, olaylara "tek pencereden bakmayı adet haline getirenlere", yani "aynanın sadece bir yüzüne ışık tutarak" hüküm verenlere, hüküm verirken "karşılaştırmalı bir mantık süzgecini kullanmayanlara" gülüyorum!.. Yooo, sakın ola ki, "gülmemi" küçümseme anlamına almayın, ben hiç bir meslektaşımı küçümsemem; evet "bazı yazılarını, bazı görüşlerini" eleştiririm ama küçümsemem! "Eleştirmem" de, "onları küçümsemediğimi, aksine mühimsediğimi" göstermez mi? Peki, "neden" gülüyorum? İstisnasız "hemen hemen hepimizin", altını çiziyorum; "hepimizin", kimimizin çok zaman, kimimizin zaman zaman "kolayı seçmemize" yani "zor olandan, araştırma gazeteciliğinin gereklerini yerine getirmekten" kaçmamıza gülüyorum!.. Hani, derler ya; "güleriz ağlanacak halimize!.." İşte, "gülmemin sebebi" budur; ağlanacak halimiz!.. Açınız, gazete arşivlerini! Tevfik Lâv'ın Ankaragücü Teknik Direktörlüğü'ne getirildiği günlerde, Ankaragücü yönetiminin bu kararı için, Lâv için yazılanlara bir bakınız!.. Lâv'ı, hatta "Ersun Yanal, verdiği sözü tutmayıp Denizlispor'u yüz üstü bırakıp gittiğinde, görevi bırakmadığı için" yerden yere vuranları, "Neden seni yardımcılığına getiren Yanal'la beraber Denizlispor'u bırakmadın, ona ihanet ettin?" diye yazanları görürsünüz! Sanki, "Ersun Yanal, Mustafa Denizli veya Lorant gibi kovulmuş da, Tevfik Lâv da, Oğuz gibi göreve devam edip, teknik direktörlüğü kapmış gibi!.." Tam tersine, biri "fırsat kollamış gibi davranmış", öteki ise "yapılan bir sportif ihanetin" peşinden koşmayarak, güç durumdaki takımın başında kalmış!.. Yanal "baş tacı edilirken", Lâv "nerede ise hain ilân ediliyor", hem de ne zaman; Ankaragücü'ne geldiği zaman!.. "Nereden buldunuz bu başarısız antrenörü?.. Antipatiktir... Lâf dinlemez... Kendini büyük görür, burnu kaf dağındadır... Ankaragücü'nün işi iyice zorlaştı, Allah kolaylık versin..." gibilerden yazılar... yazılar... yazılar.. Peki, ne oldu şimdi? Bakın bakalım; Tevfik Lâv'ın Ankaragücü'ne geldikten sonra, ilk üç "alışma ve ayağa kaldırma mücadelesi yaptığı maç hariç", sarı-lacivertli takımın performansına!.. Bir araştırınız; o günden bu yana, "Süper Lig'de hangi teknik direktörün takımı daha başarılı sonuçlar almış?" Ankaragücü, Lâv geldiğinde nerelerde imiş, şimdi nerelerde? Çok yazdığım bir örnek: Onun için, artık, Terim "takımını üçlü defans oynattı" diye onu yerden yere vuranların "üçlü defansa sıkı sıkıya sarılan" Lucescu'yu "dâhi hoca" ilân etmelerindeki çelişkiyi uzun uzun yazmak istemiyorum... Ama... Bir "başka örnek" daha vermek istiyorum: "Vay efendim, Olimpiyat Stadı, Galatasaray'a nasıl verilirmiş, bu bir kulübe kıyak yapmak değil mi imiş?" Doğru dürüst yolu olmayan, "20-30 bin kişi gelse bile, tenha bir stad görüntüsü verecek olan", saha ile trübünler arasındaki uzaklık sebebiyle tezahüratın rakip takımlar için "sinek vızıltısı" sayılacağı açıkça belli olan, rüzgâr enerji santralleri kurmaya müsait bir yerleşim bölgesinde inşâ edilen, soğuk, yağmurlu havalarda "fanatikler, spor yazarları ile görevliler hariç" kimsenin "o çileyi göze alıp" gitmeyeceği bir stat "nasıl" Galatasaray'a kıyak oluyormuş, anlamak mümkün değil!.. "Bunları yazan" ve meseleye "bu gözle bakan" arkadaşlarım, bir de "Olimpiyat Stadı gibi çok büyük beton yığınlarının personel, bakım ve onarım masraflarını araştırsalardı" ve burada yılda oynanacak ya da belki de "teknik direktörlerin istememesi" yüzünden oynanmayacak "2-3 milli maç" ile "bu masrafların karşılanamayacağını", bu stadların "yaşatılması için" hiç olmazsa "15 günde bir maç oynanması" ve hem de "masrafları karşılayabilecek ölçüde hasılat yapacak" karşılaşmaların oynanması gerektiğini görecek ve anlayacaklardı!.. Ya hasılatlardan devletin, belediyelerin, Olimpiyat Komitesi'nin kasasına girecek paralar? Ya bu stadın yaşatılmasıyla o bölgede ortaya çıkacak ekonomik canlılık, taksicisiyle, dolmuşcusuyla, satıcısıyla, sucusuyla, köftecisiyle yüzlerce, binlerce insana yeni iş imkânı? "Tasarruf" diye yırtınılan bir ülkede, "yılda 3 maç oynasın" diye ve "uzun yıllar Türkiye'ye verilmeyecek" bir olimpiyat oyunları hayâli için trilyonlar dökmek ve sonra da "bu beton yığının personel, bakım - onarım masraflarının da devlet tarafından üstlenilmesini beklemek ve istemek", bilmem ki hangi ekonomi kitabında yazıyor? Aslında, bu stadı sahiplenmekle, Galatasaray "büyük bir risk alıyor"; zaten "mâli durumu ortada, şimdi sırtında bir kambur daha!.." Getireceğinin ne olduğu belli değil, ama götüreceği belli!.. Bilmem ki, "milletin paraları ile yapılan stadlar nohut - çekirdek parasına öncelikle büyük kulüplere, sonra da diğer kulüplere peşkeş çekilirken" bu arkadaşlarımız neden sustular da, şimdi birden bire "kıyak var" diye bağırmaya başladılar? Biraz araştırsalardı; "o stadların, kulüplere, o stadlardaki reklam panolarının bir yıllık gelirinden bile çok daha aza kiralandıklarını göreceklerdi!.." O gün, "milleti ve devleti değil, kulüpleri düşündüler!.." Bugün de anlaşılıyor ki, "gönüllerinde yatan" kulübü düşünüyorlar!.. Gene, milletin ve devletin parası hiç birimizin umurunda değil!.. İşte güldüğüm onlarca olaydan sadece bir kaçı.. Ya diğerleri? Bekleyiniz; zaman zaman! Az değil, biraz sonra!