Günlerdir, son derece istekli olmama rağmen, yazmadım; biliyordum ki, milli takımımıza, hocalarıyla, futbolcularıyla, yardımcı ekipleriyle, "son günlerde en çok lâzım olan şey" huzurdu, sükûnetti, maça konsantre olmaktı!.. Her yazılan, her söylenen söz, hele hele "şu oynamalı, bu oynamalı, şu ilk on birde olmalı, bu sonradan girmeli" şeklindeki ifadeler, hocalarımızın da, futbolcularımızın da kafalarını karıştıracaktı!. Çoğu "iyi niyetli", ama bazıları "kasıtlı ve kulüpçü" tavsiyeler, oynayacak olan oyuncunun da, oynamayacak olanın da, sonradan girenin de "konsantrasyonunda ve kafasında karışıklık ve tahribat yapacaktı!." Kim bilir, belki de "bu yöndeki yazılar" yapacağını yaptı bile!.. "Spor yazarlarının ve yorumcularının işi" bu; kimi "doğruyu görür", kadro kurmayı, taktik üretmeyi "milli takımın hocasına bırakır", kimileri de "hocalardan çok bildiklerinden" durup dinlenmeden "takım yapar, takım bozar, taktik üretir, taktik yazar!." Benim, "onlara" fazla lâfım olamaz; ben "başka biri" üzerinde duracağım!. Gerek "kulüp", gerek "milli" takım bazında çalışırken, "işine kimseyi karıştırmayan", karışmak ve akıl vermek isteyenlerin ağızlarının payını da "Ben bu takımla yatıyor, bu takımla kalkıyorum, kimi nerede, ne zaman oynatacağımı, nasıl oynatacağımı benden iyi kim bilebilir ki? Siz eğer başarısız olursam beni eleştirirsiniz" diyen ve bunda da "çok haklı olan" "biri" üzerinde duracağım!. Bu "biri"; Mustafa Denizli!.. Kalktı, milli maça 3-5 gün kala, Şenol Güneş'e akıl verdi; "Defansı şöyle kur, orta sahayı böyle, ileri ikilide şunları oynat!.." Oldu mu ya sevgili Denizli Hocam, oldu mu? "Aklın fikrin milli takımda kalacak idiyse", neden milli takımı bırakıp "kovulmaktan beter edildiğin" Fenerbahçe'ye gittin? "İngilizleri yenecek" milli takım kadrosunu kurmak senin işin mi? Aslında "o yaptığın takım için" çok şey yazabilirim ama, "milli maçtan önce" hiçbir futbolcunun moralini bozmak istemem!.. Biliyor ve inanıyorum ki; Şenol Hoca, sahaya "İngilizleri yenecek en iyi tertibi, en iyi taktikle çıkaracaktır!." Futbol bu; "en iyi tertibi çıkarırsın, en iyi taktiği verirsin"; ama sonuç istediğin gibi olmaz, olmayabilir!. Bu da "dünyanın sonu değil", zira "hiç aklımıza getirmemekle beraber", bundan sonrasının bir de "baraj maçı var!." "Öyle ya da böyle" finallere gideceğiz; ama herhalde "İngilizleri yenip" doğrudan gideceğiz!. İngilizlere bugüne kadar gol atamadık, onları hiç yenemedik!. Her şeyin bir "ilki vardır" ve bu ilk, bu gece Saracoğlu Stadı'nda yaşanacaktır!. "Skandallarla, boykot tehditleriyle darmadağın olmuş" İngiliz kafilesinin, Saracoğlu Stadı'na "doğru dürüst bir futbol takımı bile çıkaramayabileceğini" de düşünürsek, Rio Ferdinand'sız, Owens'siz ve asıl "moralsiz" rakibimizi "kolay" bile yenebiliriz!. Biraz sakin, biraz sabırlı ve çokça da dikkatli olarak!. Hem sahada, hem de tribünde!. Kabahat, gene "biz" cahillerde!.. Galatasaray'da "işleri arap saçına çeviren" yönetim, konuştukça batıyor!.. Başkan konuşuyor; anlayabilene aşk olsun!.. Asbaşkan konuşuyor; kimse tatmin olmuyor!.. Mâli işlerden sorumlu üye konuşuyor; ninni söylemeye devam!.. Ne, önce "ağustos sonuna kadar gelecek" denilen, sonra "eylül sonu tamam" açıklamaları yapılan kredi ile ilgili "doğru dürüst" bir açıklama var, ne de "stat" konusunun ne olacağına dair bir bilgi!. Hadi diyelim ki; "Galatasaray taraftarı cahil, spor yazarları ve yorumcuları bilgisiz" onun için "söylenenlerle uyutulmaları mümkün", peki ama, Galatasaray Kulübü'nün kongre üyesi olan, Divan Kurulu üyesi olan "onca" uzman varken, inşaatçısından, mâliyecisine kadar onca profesör varken, neden bazıları çıkıp da "Bu nasıl iştir, siz kimi uyutuyorsunuz arkadaş" demiyor, diyemiyor? Bir zamanlar da "ortada aynı tablo vardı" ve sadece Necdet Çobanlı ağabey hem de "kulüpten ihraç edilme tehditlerine ve girişimlerine de göğüs gererek" mücadele edip, yalnız kaldığı için, kulüp batak hâle gelmiş, "ne idüğü belirsiz" finans kuruluşlarına muhatap edilmiş, "stat masalları ve hayali projeleri ile" yıllar yılı kongreler kazanılmış ve çöpe atılan o projelere "milyonlarca dolar ödenmişti!.." Ben "spor sayfalarımızın yalancısıyım"; bakınız "dün sabah çıkan gazetelerde" nasıl bir haber vardı: "Galatarasaray yönetiminin mali işlerden sorumlu yönetici Refik Arkan, 'ABD'li AG Alliance Funding Services&Trading Group şirketiyle yaptıkları 3 yıl geri ödemesiz 13 yıl vadeli kredi anlaşmasının Türkiye'de pek bilinmediği için speküle edildiğini' söyledi. '99 milyon dolarlık kredinin Hazine bonosu teminatı üzerine kurulu olduğunu' belirten Arkan, 'Prosedürü fazla olduğu için kesin geliş tarihini söyleyemiyoruz. Alternatif görüşmelerimiz de sürüyor. Ali Sami Yen Stadı'nın yıkımı büyük bir organizasyon. Stat şehir merkezinde, yıkıldığında ortaya çıkacakların taşınması bile büyük problem, bir anda olması imkansız' dedi." Hııımmm... Sayın Arkan'ın açıklamalarından anladığımıza göre, "gene kabahat bizlerde!." Eğer "ABD'li şirket ile yapılan kredi anlaşmasını doğru dürüst bilseydik", herhalde "para çoktan gelmiş olacaktı"; bilemediğimiz için gecikiyor!.. İyi de, "o Baltık mı, batık mı olduğu pek anlaşılamayan" banka ne oluyor; o "samlı mı, simli mi olduğunu anlayamadığımız" aracı ne oluyor? Acaba, "o aracıya para verillip verilmediği" sorularının cevabı ne oluyor? Hatta, "hâlâ gelmeyen" kredi için, "10 milyon dolarlık teminat da yatırıldı" iddiaları ortalıkta dolaşıyor; o ne oluyor? Şu, "hazine bonusu teminatı" ne oluyor ve "kredinin bir türlü gelememesine" nasıl tesir ediyor? Bu "prosedür" neden bu kadar fazla oluyor? Nerede ise "bir yıl uğraşıldıktan sonra" bizzat Başkan'ın "tamam geliyor" diyerek, aracı ile beraber yaptığı basın toplantısında "ağustos ayı" denirken, sonra da "eylül ayı" açıklamaları yapılırken, "prosedürün fazla olduğu ve olacağı" neden bilinmiyor? Ya "stattaki yıkım artıklarının taşınma" işi? "Bunun kaç kamyon tutacağı" çok yıllar önce hesaplanmış, hatta sadece "geceleri taşınarak", nerelere bırakılacağı bile belli olmuşken, şimdi yeniden mi araştırılıyor?!!.. "Stadın yıkılmasına başlanmasının gecikmesi, geciktirilmesi için" bu nasıl bir bahanedir, mazerettir ve aklı başında hangi insan inanır? Yıllarca Faruk Süren - Mehmet Cansun ikilisi "büyüklere masallar" anlattı; şimdi anlaşılıyor ki, "bu görevi" Özhan Canaydın - Refik Arkan ikilisi devralmışlar!. Ey Galatasaraylı, ninnilere kanma ve uyuma!.. Soru sor, hesap sor!.. Yoksa, koca kulüp elden gidiyor!.. Ümit mi, ümitsiz mi? Hakan Şükür çok haklı!.. Ümit Karan ve "Ümit Karan gibiler" Galatasaray futbol takımından uzaklaştırılmadıkça, Galatasaray düzelmez!. Bakınız, Ümit Karan Galatasaray'a geldi geleli sakat; iki maç var, 8 maç yok!.. Neden? Nedeni ortada ve Ümit Karan hâlâ diyor ki; "Benim özel hayatım kimseyi ilgilendirmez ve özel hayatıma kimse karışamaz!." Vay... Vay... Vay... Senin özel hayatına "öyle bir karışırlar" ki ve öyle bir "karışmaya hakları vardır" ki, gün gelir sen de anlarsın, ama bugünden aklını başına almazsan, o gün geç olur!. Bu kulüp sana "sezonun yarısından fazlasını sakat olarak geçir" diye para vermiyor; "çıkıp takır takır futbol oyna ve gol at" diye para veriyor!. Eğer "özel hayatın" sebebiyle "bunu yapamıyorsan", sadece "takımın kaptanlarından" Hakan Şükür'ün değil, bütün arkadaşlarının, hocalarının, yöneticilerinin, taraftarlarının ve futbol yorumcularının "bunu sorgulamaya ve özel hayatının hesabını sormaya hakları var!." "Giden" Ümit ile "kalan" Ümit'in özel hayatlarının, Galatasaray takımına, hem "saha sonucu" olarak, hem de "bazı futbolcuların da benzer yaşantıya özenmelerine sebep olması yüzünden" saha dışı handikapı olarak nelere mâl olduğu ortada!.. Ümit Karan, "yüzü kızarıp" susacağına ve Hakan Şükür'ün uyarısından ders alacağına, "arkasını Fatih Terim'e dayama çabasını ve uyanıklılığını da göstererek", verip veriştiriyor!. Üstelik işi "Hakan - Mondragon sürtüşmesini çıkarmaya kadar" götürüyor!. Hakan, Mondragon olayında da, Sabri olayında da haklı, hem de çok haklı!. Koca takım, "Mondragon formunu yakalasın, eski Mondragon olsun" diye, onun yediği golleri sineye çekiyor, onun yediği gollerin moral bozukluğu içinde kıvranıyor; Mondragon yüzünden "ülkenin gelecek vaat eden" en iyi genç kalecisi Aykut yedek kulübesinde tozlanıyor; Kolombiyalı'da "en ufak" bir düzelme yok; olacak iş mi? Ya Sabri? On adım ötesinde "iki kişi bom boş gol atacakları topu beklerken", son derece elverişsiz bir pozisyonda topu kendi kullanma sevdasına golü kaçırıyor, takımı zor duruma düşürüyor ve bunu tekrar tekrar yapıyor; elbette Hakan Şükür uyaracak!.. Ümit Karan, "Hakan Şükür'ün adını ağzına alırken" saygı ile ceketinin önünü iliklemelidir; aksini yapacaksa, onun Galatasaray'da işi yoktur!. Gitsin "sakatlıklarına ve özel hayatına tahammül edecek" bir kulüp bulup, orada oynasın!. Ne olacak güreşin hâli? Gitti gider; Türk güreşi tepe taklak!.. Ne olimpiyat, ne dünya, ne Avrupa şampiyonu güreşçilerimiz minderde tutunabiliyor... Grekocusu yenik, serbestçisi yenik... Sorumlu kim? Say sayabildiğin kadar!.. Federasyonundan, genel müdürlüğüne, bakanlığına kadar... Çalıştırıcısından, sporcusuna kadar... Amma... Bence "asıl" sorumlu, anlı-şanlı spor (!) medyamız!.. Spor (!) medyamız, futboldan başkasını "spordan saymadığı için", diğer branşları olduğu gibi, güreşi de "sadece" uluslararası müsabaka ve şampiyonalarda hatırlıyor!.. Sonuç olarak... Varsa madalya olarak... Yoksa... "Hesap sorarak!.." Peki, şampiyonalar, turnuvalar, müsabakalar arasında nerede benim spor (!) medyam? Türk güreşine, acaba "Sergen'in Laila gecesi, Hooijdonk'un serbest vuruşu, Frank de Boer'in golf oynaması" kadar "yer ve önem veriyor mu?" Olimpiyat, Dünya ve Avrupa Şampiyonaları öncesi, kamplara kafasını uzatıp "Neler oluyor, kim nasıl çalışıyor, formda olan olmayan var mı" diye araştırmıyor, soruşturmuyor, ilgilenmiyor!. Sonra da çıkıp hesap soruyor; "Ne oldu Türk güreşine? Kim bu hale getirdi?" Biz getirdik, el birliği ile, biz!. Aynaya bakarsak görürüz!.