Geçen salı günü Sabah Gazetesi'nde sevgili Yavuz Donat, "son derece acı bir gerçeği" yalın cümlelerle ortaya koyuyordu; "Nemelâzımcılık!.." Donat, "Sporda Şiddet Yasası'nı çıkarmak için" çaba harcayan TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan'la yaptığı sohbeti, yasızında şöyle anlatıyordu: "Süper Lig'in ikinci yarısı gelecek haftanın sonunda başlıyor... TBMM Adalet Komisyonu da 'Sporda Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa Tasarısı'nı gelecek hafta gündemine alıyor. Dün Komisyon Başkanı Köksal Toptan'a sorduk: - Hazırlığınız tamam mı? Toptan 'Bir konuda hayal kırıklığı içindeyim' dedi. - Hangi konuda? '- Türk toplumu katılım konusunda öylesine isteksiz, öylesine duyarsız ki... Anlatamam... Üzülmemek elde değil.' *** Köksal Toptan '30-40 kişiye' yazı yazmış: - Meclis, yeni bir yasa çıkaracak... Sporda şiddetin önlenmesine dair... Siz TV konuşmalarınızda olsun, yazılarınızda olsun bu konunun üzerinde duruyorsunuz... Düşünceleriniz, bizim için önemli... Lütfen görüşlerinizi bildirir misiniz? Aradan haftalar geçmiş. Ve TBMM Adalet Komisyonu'na gele, gele 'üç yanıt' gelmiş. 'Biri! bir kuruluştan: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden. 'İkisi' de iki spor yazarından: Öcal Uluç ile Zeki Çol'dan. *** Köksal Toptan: - Herkes 'katılım' diyor... Ama 'gel, katıl' diye davet edince, kimse katılmıyor." Şimdi, sevgili Donat'ın yazısının burasında duralım: Nerede "sporda şiddet - vahşet - terör" manşetleri, "fair play nutukları" atan, TV programları yapan, attıklarında mangalda kül bırakmayan anlı-şanlı spor medyamın yazarları, çizerleri, yorumcuları, şefleri, müdürleri? Ve "çok daha önemlisi", nerede benim derneğim, TSYD'm? Spor yazarlarına hakaret etmeyi, derneğimi hiçe saymayı âdet haline getirmişleri, TSYD'nin eğitim semirlerine "reyting uğruna davet edecek kadar" oturdukları koltukların sorumluluğunu anlamamış görünen, "gazeteci dövmek istediğini" açık açık ilân eden "dazlak kafa" zihniyetini, "kapalı devre bir telefon" sonucunda affetmeyi marifet sayan bir yönetimin, "böylesine önemli bir konuyu" pas geçmesi elbette sürpriz değil... Zira, "onların" çok daha önemli işleri var; lokalimizin lokantası ve oranın yemek fiyatları ile uğraşmak!.. Spor basınımızın ve onun meslek kuruluşu olan TSYD'mizin yönetiminin bu "nemelâzımcı tutumu" devam ettiği sürece, Köksal Toptan "dünyanın en iyi yasa tasarısını" Meclis'e gönderse ve yasalaştırsa, ne olacak? Devam ediyor sevgili Yavuz Donat: "Hükümetin hazırladığı tasarıda 'pek çok müeyyide' mevcut. Dün Köksal bey dedi ki: - Şahsi düşüncem, bu müeyyideler yetersiz... Ağırlaştırılması gerekiyor. - Yani? - Bazı suçlar için hapis cezası lâzım. *** Hükümet tasarısında 'para cezaları' öngörülmüş. Toptan'a göre 'bunların yeniden gözden geçirilmesi' şart. - Neden? - Bazı kişilerden parayı tahsil etme imkanı yok... Bazı kişilerin ise para cezası umurunda bile değil... Bu konuda ayırımın çok iyi yapılması ve cezanın mutlaka caydırıcı olması lazım." Diyorum ki; çok doğru söylüyor, sayın Toptan; çok doğru!.. "İstanbulluluğumu unutur, Siirttliğimi hatırlar, 3-5 gazeteci döverim" diyebilen ve bu sözleri "benim spor medyam ve derneğim tarafından" ve tabii bu arada Siirtliler ve Siirtliler dernekleri tarafından da sessizlikle geçiştirilen "dazlak" zihniyetine, söyler misiniz bana, "para cezası" verilse, ne yazar? Daha düne kadar "kimselerin tanımadığı", 70 milyon insandan biri olan, ama "cebindeki paraya güvenerek" bir kulübün, hem de "büyük bir kulübün yöneticisi" olunca, "ne oldum" kompleksine düşerek, gazetecilere, rakiplerine, hakemlere, federasyonlara yapmadığını bırakmayan yöneticilerin "para cezası" ile durdurulmaları ya da susturulmaları mümkün mü? Bu iki ayağa, yani "kulüp yöneticisi ve spor medyası" ayaklarına, "mahalli, siyasi, idari ve adli yöneticiler ayağı" da eklenince, "sporda şiddetin saçayağı" ortaya çıkıyor!.. Sporda şiddet "bu saçayağı üzerinde" yükseliyor!.. Taraftar ve seyirci, "bu tablo içinde" açıkça görünüyor ki; sadece maşa!.. Maşayı tutan eller ve o ellere hükmeden beyinler "yola getirilmedikçe" sporda şiddet ve terör önlenemez!.. Sayın Toptan'a başarılar dilerim!.. Sadece iki maçta değişim!.. Ey "kaptan" Bülent!.. Bilmem ki, Galatasaray'ın Antalya'daki ikinci maçını TV'den seyrettin mi? Seyrettinse, yüreğin sızladı mı? Haftalardır "senin yüzünden ve gruptaşın olan Arif ve Hakan Ünsal yüzünden" bunca yıl sana hocalık eden, "büyük başarılar kazanmanızın ve kariyer yapmanızın önünü açan" Fatih Terim'e ve onunla beraber Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın'a ve yönetimine yapılan "haksız ve ağır eleştirilere sesini sedanı çıkarmadığın için" yüzün kızardı mı? Herşeyin içindesin ve herşeyi biliyorsun; "değişim kararı alınırken", verilen "yol ayrımı kararı" bütünüyle mi haksız? Hiç haklı tarafı yok mu? Neden seninle yollar ayrıldı? Neden Arif ve Hakan'a teşekkür edildi? Her şeyi biliyor, ama yapılan haksız ve ağır eleştirilere karşı çıkıp, neden üç cümle etmiyorsun? Bu mu senin vefa anlayışın? "Bana vefasızlık yapıldı" derken, asıl vefasızlığı "kendinin yaptığını nasıl görmüyorsun?" Bunca ağır ve haksız eleştiri yapılırken çıkıp "Durun bakalım arkadaşlar, hocam ve yönetimim böyle bir karar vermişse ona saygı duymak gerekir, bir bildikleri ve gerekçeleri vardır. Elbette bizim de hatalarımız, yanlışlarımız olmuştur. Karara saygılıyız. Ben Galatasaraylıyım, Galatasaray'a hizmet, sadece futbol oynamakla olmaz" deseydin, bir düşün bakalım, ne kadar büyürdün? Şimdi TV'nin başında, "o gencecik kadro", yıllardan beri "özlenen ve beklenen Galatasaray'dan esintiler getirirken" kendi kendine sor bakalım: Ne oldu da, Galatasaray iki maçta bu kadar değişti? Evet, ne oldu da, Galatasaray "90 dakikada" rakibine "nefes aldırmayacak" bir presle ve tempo ile oynadı? Evet, ne oldu da, Galatasaray birdenbire "yardımlaşma, karşılıklı sevgi ve saygı dolu" bir ekip görüntüsü verdi? Bir yığın gol kaçıran ve hocasından oyundan çıkarılmasını isteyen Bratu "gol atınca" bütün takımın ona nasıl sahip çıktığını ekranda izlerken neler hissettin? Söyler misin bana; ne değişti? Galatasaray mı değişti? Fatih Terim mi değişti? Futbolcular mı değişti? Değişen bir şey var: "Bir kaç futbolcu ile yollar ayrıldı!.." Ve o da, "Galatasaray'ın probleminin ne olduğunu, iki maçta ortaya koydu!.." Daha ne diyelim? Otur, asıl şimdi ağla!.. Nerede alt yapı? Hâlâ anlayamadık; psikologdan yedinci adama, teknik direktöre kadar her şeyi tartışıyoruz da, işin esasına gelemiyoruz!.. "Filenin Sultanları, finalde bu defa da Almanya'ya, bizimle olanı hariç oynadığı maçların hemen hemen tamamını beş sette tamamlayan Almanya'ya kolaylıkla neden 3-0 yeniliverdi?" Meselenin esası şu: bizim henüz "final oynayıp, kupa alacak, olimpiyat hakkı elde edecek" alt yapımız yok da ondan!.. Hocasından doktoruna, yedinci adamından taraftarına, rekabetine, lobisine kadar!.. Kolay iş değil; biz istiyoruz ki, "6-7 iyi sporcuyu tesadüfen bir araya getirdik" mi, hemen gelsin Avrupa, Dünya Şampiyonlukları, Olimpiyat vizeleri!.. Elbette, bu da olabilir ama; tesadüfen ve bir defalık!.. Tıpkı, futboldaki gibi!.. "Sürekli ve istikrarlı" başarı, "her şeyi ile" eksiksiz bir alt yapı ister, yıllar ister, sebat ve ısrar ister, çok çalışma ister, tecrübe ister!.. Sebat edeceğiz, ısrar edeceğiz, çok çalışacağız, alt yapıyı da, üst yapıyı da oluşturacağız ve sıra gelecek kupalara!.. Dünya böyle yapıyor; biz farklı mıyız? İki büyük acım!.. "Ağır grip" sebebi ve doktorların talimatı ile evimde istirahat ederken, hafta ortasında art arta gelen iki ölüm haberi ile sarsıldım. İlk acı haber, Türk ve özellikle İzmir basının "gerçek" duayenlerinden ve ağabeylerinden İlhan Esen'in aramızdan ayrılışı ile ilgiliydi. Onun, Türk basınına yaptığı hizmetleri, yetiştirdiği gazetecileri, meslek teşekküllerimizde aldığı önemli sorumluluklardaki başarısı ve hepsinden öte, hepimize "ağabeylik edişi", nasıl bir kayıp içinde olduğumuzu bilmem ki anlatmaya yeter mi? Hastalığım sebebi ile cenaze törenine katılamadım; İlhan ağabey'e yüce Allah'tan rahmet, kederli ailesine, dostlarına ve bütün meslektaşlarına sabır diliyorum. İlhan ağabey'in ardından, Şeref Gürsoy'un ölüm haberi geldi. Türk tiyatrosunun tanıdığım en büyük sanatçılarından biriydi. Ankara Devlet Tiyatrosu sahnelerindeki alkışlarken avuç içlerimizin kızardığı "büyük rollerinin ötesinde", yıllarca zamanın "gerçek" Tercüman'ın Ankara Bürosu'nda beraber olduk. O "gazetenin kulis yazarı" idi; nam-ı müstearla yazardı, ben de büronun spor şefiydim. O da gerçek bir ağabey ve gerçek bir dosttu. Tertemiz ve hassas bir yüreği vardı...Onu tanımak, onun dostu olmakla her zaman iftihar etmişimdir. Allah rahmet eylesin.. "G.Saray'ın geleceğini kim, nasıl kararttı?" Bu başlık "benim" değil!.. Bu başlık geçen hafta içinde Sabah Gazetesi'nde çıkan bir yazının başlığı!.. Yazıdaki imza, Sabah Gazetesi Ekonomi Müdürü Yavuz Semerci'ye ait!.. Semerci yazısında, "Galatasaray Sportif AŞ ile Beşiktaş Futbol Yatırımları AŞ'ni karşılaştırıyor" ve şöyle diyordu: "Düşünün ki, bir ineğiniz var. Yediği yem, içtiği su ve hatta yattığı yere kadar tüm masraflarını cebinizden ödüyorsunuz. Elde ettiğiniz sütün gelirini ise başkalarıyla paylaşıyorsunuz. İnek sizin ama nimetlerine başkaları ortak. Külfeti ise doğrudan sizin üzerinize... İnek örneğini bu iki kulübe uyarlamak mümkün. Eğer yatırımcı olsam, 'banko Galatasaray' derdim. Yukarıdaki örnek gibi giderler kulüpte kalıyor, gelirler ise yatırımcı ile paylaşılıyor. Ama taraftar olarak baktığımda, Galatasaray'a kendi geleceğini ipotek altına aldığı için fena halde kızardım. Beşiktaş, yatırımcıları 'kulübün nimet ve külfetine' ortak etti. Mâli yapısını düzeltti. Galatasaray ise kulüp olarak borç batağında. Ciddi transfer yapamıyor. Buna rağmen borçlarını azaltmak için kullanacağı gelirlerin önemli bölümünü yatırımcılara (kâr payı) dağıtıyor.Çünkü yatırımcılara sadece 'nimeti' pazarlandı." Sabah'ın ekonomi müdürü Semerci, yazısında, Galatasaray'a "yaldızlı davetiyelerle getirilen" ve büyük reklâmı yapılan "AIG ortaklığı" için de şöyle diyordu: "AIG ilişkisi adeta bir kölelik anlaşmasına benziyor ve bambaşka bir tartışma konusu.... Galatasaray, AIG adlı şirket ile yaptığı sözleşme gereği, kârının yüzde 80'ini dağıtmak zorunda. Beşiktaş'ta ise bu tip bir zorunluluk yok." Semerci, Galatasaray'ın nasıl bir batağa saplandığını da şöyle anlatıyordu: "Dağıtılan kârın yüzde 62.9'u kulübe, yüzde 21'i AIG'ye, yüzde 16'sı küçük yatırımcılara gidiyor. Yani Galatasaray, 21 milyon dolar elde etmek için iki yıl içinde 46 milyon dolar (1 milyon 400 bin kur hesabıyla) kâr dağıtacak. Kârın yüzde 37'si olan yaklaşık 17 milyon doları yatırımcılara ve AIG'ye verilecek. Ve bu işler yıllarca devam edecek. 10 yılın sonunda görülecek ki; Galatasaray 21 milyon dolar kaynak için yüz milyon doların üzerinde bir bedel ödemiş. Bu noktada halka açılmak yerine, bankadan kredi bulmak daha doğru değil miydi? Beşiktaş ise aynı dönemde 14 milyon dolar kaynak topladı. Şu ana kadar dağıttığı temettü ise sadece 1 milyon dolar. Sportif başarıyı elde etmek için gerekli öz kaynağı, ağır borçlanma yollarına başvurmadan, kendisi üretiyor. Geleceği ipotek altında değil." Galatasaray Sportif AŞ'yi "böylesine ağır şartlarla" halka açan ve daha da kötüsü "uyarılara rağmen" AIG Şirketi'ni de Galatasaray'ın "net kârına ortak edenler ve ağırlıklı söz ve oy hakkı verenler" eski iki başkan Faruk Süren ve Mehmet Cansun'du... Ve... "Zamanın yönetimlerinde" bugünün başkanı Özhan Canaydın ve asbaşkanı Ali Dürüst de vardı!.. Böylesine acı bir gerçek ortada dururken, Faruk Süren ve Mehmet Cansun, hâlâ yüzleri kızarmadan, televizyon televizyon ve gazete gazete dolaşarak "yeni yönetim için zemin hazırlamaya" çalışıyorlardı!.. İşin acı tarafı, Galatasaray gibi ekonomi, maliye ve finans konularında "uzman" ve "üniversitelerde hocalık eden" bir çok üyeye sahip bir kulüpte, Galatasaray'ın geleceğini "ipotek altına alan" böylesine "yıkıcı" gelişmelere "dur" denilememiş olmasıydı!.. Daha da acısı, "bunlar için" kimse, kimseye hesap sormamıştı ve sormamaya da devam ediyordu!.. Okuyucularım hatırlarlar, "bu konularda" Süren'i de, Cansun'u da, zamanın "Divan Kurulu Başkanı" Prof.Dr.Duygun Yarsuvat'ı da ne kadar uyarmıştık? Divan Kurulu Başkanı Yarsuvat bizi mahkemelere vermiş, tazminatlar istemiş, davayı kaybetmişti; ama asıl kaybedenin Galatasaray olduğu şimdi açık açık ortaya çıkıyor!.. Galatasaraylılar ne yapıyor?