Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın, Divan Kurulu'nda üyelerin sert eleştirilerine ve "Fenerbahçe ile Beşiktaş manşetlerden inmiyor, biz uyuyoruz" sözlerine "şöyle" cevap vermiş: "Biz manşetlere çıkmayı sevmeyen bir kulübüz!." Yooo sayın başkan, Galatasaray'a haksızlık etmeyin, "siz başkan olmadan" Galatasaray Kulübü, "manşetleri çok severdi" ve "büyük rakiplerinin taraftarları, yazar çizerleri" de, "manşetlerden inmeyen" Galatasaray'a gıpta eder, kıskanırlardı!. Galatasaray hatta "Avrupa gazetelerinin de zaman zaman manşetlerinden inmezdi!" Galatasaray, sayenizde "bunca yıl sonra" bıraktım Avrupa gazetelerinin manşetlerini, "oralarda tek sütün haber bile olamıyor"; Türk gazetelerinde de sporun "üçüncü sayfalarına" düştü!. "Annemizin ligine hapsolduğu gibi", basında da nerede ise "devam sayfalarının abonesi oldu!." Yüzünüz kızarıp, "özür dileyeceğinize" söylediğiniz söze bakın: "Biz manşetleri sevmeyen bir kulübüz!" "Galatasaray Başkanı olmak", Galatasaray'ı "böyle tarif etme hakkını" size vermez!.. Milyonlarca Galatasaray taraftarının, yüzlerce Galatasaray sporcusunun beklentisi "Galatasaray'ın hakkı olan manşetlere taşınmasıdır!." Galatasaray manşetleri seven ve manşetlere abone olmaya alışmış bir kulüptür!.. Üstelik bir zamanlar manşetler de Galatasaray'ı çok severdi!. Bunu bile bilmeyen, bunu anlayamayan bir kişinin, "Galatasaray Başkanlığı koltuğunda işi ne?" Yazıklar olsun!.. Yurdadön ne yapar? Süreyya Ayhan Kop'un sakatlığı varmış.. Hem de önemli... Bu yüzden Atina Olimpiyatı'na gitmeden önce uluslararası yarışmalara katılması mümkün değilmiş.. Antrenörü ve eşi Yücel Kop "tam iyileşmeden" Süreyya'nın koşmasını istemiyormuş; çok doğru bir karar!. Peki ama... Haftalardır "Süreyya neden koşmuyor?" sorusu etrafında fırtınalar kopuyor; neden Yücel Kop ve hele hele Atletizm Federasyonu ve onun başkanı sessiz? Eğer Turgay Renklikurt hocam, "tam bir gazetecilik yapıp" iz sürmeseydi ve "gerçekleri ortaya çıkarıp yazmasa idi" ve de Türk kamuoyu "Süreyya'nın sakatlığının olduğunu bilmeseydi"; mesela "Allah göstermesin" sakatlık sürüp de, Süreyya Atina'da koşamasaydı ve o zaman "birileri" çıkıp da "Sakat onun için koşamadı, sakatlığı aylardır tedavi ediliyordu ama başarılı olamadık" açıklamasını yapsaydı, ne olacaktı? Belki kimimiz bu açıklama ile tatmin olacak "sakatmış" diyecektik ama kimilerimiz de "kim bilir" nasıl yorumlar üreteceklerdi? Yücel Kop'un da, Mehmet Yurdadön'ün de "buna hakları var mı?" Türkiye'nin spor tarihinde ilk defa "atletizmde olimpiyat altın madalyası beklediği" bir sporcumuzla ilgili gerçekleri bilmek hakkımız değil mi? "Sakatlığı saklamak" ne demek? Bitmedi, son yılların "en parlak" atletlerinden biri, "geleceğin hatta dünya rekortmeni ve şampiyonu" ümidi olan ve 10 gün önce 79.17 ile Türkiye rekorunu yenileyen çekiççimiz Eşref Apak, bakınız neler söylüyor: "Ben ve hocam, olimpiyata hazırlanmak için bir kamp ve branşımın en iyilerinden olan bir antrenörle çalışmak istiyoruz. Son olarak 4 ay önce Mısır'da kamp yaptım, daha sonra çalışmalarımı Kuveyt ve Fransa'da sürdürmek istedim, ancak olumsuz cevap aldım. Özbekistan'da olimpiyat şampiyonu Abdülaliyev'le çalışmak için konsolosluktan vize istedik, bundan da olumlu bir cevap alamadık. Kimse benim olimpiyatta derece yapacağıma inanmıyor." Apak'ın hocası Artun Talay ise, "Eşref derecesini geliştirdikçe sorunlar da artıyor. 80 metrenin üzerinde atış yapan birini bu saatten sonra antrene edecek bilgim yok, onu için onu daha iyiye götürecek bir hoca gerek. Aylardır bunu söylüyorum. Kuveyt ve Fransa'daki Rus antrenörlerle görüştük, Eşref'in ne kadar yetenekli olduğunu gördüler ve olimpiyatta kendi sporcularına rakip istemedikleri için teklifimizi kabul etmediler. Eşref, iyi bir çalıştırıcı bulursa iki yıl sonra Dünya rekorunu kırar" diyor. Diyor da, insanın aklına "hemen" bir başka soru geliyor: Peki, bu ülkede Atletizm Federasyonu "neden" var ve onun başkanı ne iş yapar? 22 yaşında olan ve birkaç yıl sonra belki de "dünya rekorları kırabileceğini gösteren" ve "buna da inanan" genç ve rekortmen bir Türk atletine neden destek vermez, yardım etmez, onu "dünya ve olimpiyat şampiyonluklarına taşıyacak bir hoca" bulmaz? Hadi diyelim ki Yurdadön, "devşirmelerden" hoşlanmıyor, onun için Elvan'a ve hocasına sırtını dönmüştü; peki ama ya Eşref Apak? Futbolcudan anlamak!.. Galatasaray son yıllarda, "borç içinde olduğu halde" aldığı futbolculara, yabancısına, yerlisini "onca milyon dolar" ödedi; bunların çoğu "hiç bir işe yaramadan", üstelik çoğu tazminatlar da alarak gönderildiler ve görüyoruz ki, "gidenlere göre" herhalde "daha iyi oldukları için" takımda bırakılanlara, "bonsevis bedeli alınmadan transfer imkânı verildiği halde", ne alan var, hatta ne de tâlip olan!.. Bu futbolcuları alanların "futboldan ne kadar anladıkları", nasıl da belli!. Elin oğlu "bir kaç on bin dolara" hadi bilemedin "birkaç yüz bin dolara" futbolcu buluyor, alıp getiriyor, çok geçmeden "milyonlarca dolara" satıyor, hem de "onları almak için" birbirine giren büyük kulüplerimize; Galatasaray milyonlarca dolar dökerek aldığı futbolcuları "bedavaya gönderemiyor!." Ne yöneticilik ama. Ve de.. "Ne futbolcular" seçilmiş ama!.. Peki, bu futbolcuları kim seçmiş? Seçen de, "futbolcudan nasıl da anlarmış!!!" Ben ihtiyarladım herhalde, pek hatırlamıyorum; bu "bedava oldukları halde talibi bile çıkmayan futbolcuları" Galatasaray'a kim almıştı? Aldığı "onca oyuncuyu", kendisi de beğenmeyip gönderen biri vardı, ama bir türlü çıkartamıyorum, kimdi? Zaptiye kim? Sütunlarında ve ekranlarında Aziz Yıldırım'ların, Murat Özaydınlı'ların "plaklarını çalanlar" durmadan tekrarlıyorlardı; "İnsan 4-5 milyon doları eliyle iter de, kulübüne böyle bir kaynağı kaybettirir mi? Gelecek sezon bedaya gidecek Gökdeniz; bu nasıl yöneticilik. Ver şimdi, al paranı, o parayla da transfer işlerini hallet.. Yöneticilik budur!." Ve. "Yooo.. Trabzonspor da büyük kulüptür, Fenerbahçe'nin yaptığı etik değildir, şampiyonluk yarışında rakibi olan, bu yıl Şampiyonlar Ligi'nde Türkiye'yi de temsil edecek olan Karadeniz kulübü, kendi oyuncusunu ikna edecektir, Fenerbahçe'ye neden versin? Hadi, Fenerbahçe etik olmasa da bu işi karştırıyor ama medyadaki bazı kalem ve yorumcuların, Aziz Yıldırım'ın ve Murat Özaydınlı'nın görüşlerine destek vermesi, Trabzonspor başkan ve yöneticilerine yöneticilik dersi vermeye çalışmaları da ne oluyor?" diye yazan bizlere de nerede ise "Trabzonspor'un zaptiyeleri" diyecek kadar ileriye gidiyorlardı!. Ne oldu? Trabzonspor'un zaptiyeleri (!) olan bizler "hiç olmazsa" haklı çıktık; Gökdeniz Kulübü'nde kaldı!.. Peki, İstanbul'un Üç Büyükleri'ne, hele hele "bu olayda" Aziz Başkan'a ve Murat Özaydınlı'ya zaptiyelik yaparak, Trabzonspor başkan ve yöneticilerine "yöneticilik öğretmeye" kalkışanlara ne oldu; yüzleri kızardı mı, acaba? Şimdi, "benzer" oklar, Gençlerbirliği'nin oyuncusu olan Deniz yüzünden, bu defa Gençlerbirliği Başkanı'na atılıyor; "Vay efendim, İlhan Cavcav nasıl olur da Deniz'le, 'başka bir kulübe giderse' 1 milyon dolarlık tazminat şartı koyan bir protokol yaparmış? Bu Fenerbahçe'den para kopartmak için bir oyunmuş.. Böyle şey olur muymuş?." Neymiş olan; bir kulüp, kendi oyuncusu ile ileriye dönük bir protokol yapmış.. Deniz koca adam, menajeri var.. Başka bir kulübe ve mesela Fenerbahçe'ye gidecekse, aklı neredeymiş de o protokolün altına imza atmış, silâh zoruyla mı atmış?.. Yooo.. Bile bile, okuya okuya, anlaya anlaya attığına göre, şimdi de altına imza attığı protokolün gereklerini yerine getirmesi gerekmez mi? Aynı protokolü Fenerbahçe, kendi oyuncularından biri ile yapsa ve mesela bir İtalyan veya İspanyol kulübü, protokolü takmayarak Fenerbahçeli oyuncuyu almaya kalksa ve İspanyol ya da İtalyan gazeteleri Fenerbahçe kulübü ve başkanı hakkında, şimdi kendilerinin Cavcav hakkında yazdıklarını yazsa, acaba 'bizim zaptiyeler' neler yazarlardı? Kuzum Allahaşkına, hep mi "Üç Büyükler" haklı, hiç mi Anadolu takımlarının "haklı oldukları" ve "hak ettikleri" bir şey yok; insaf.. İnsaf ki, ne insaf!.. Pırasa yerine baklava!.. Alem FM mikrofonunda Turgay Renklikurt hocam soruyor; "Öcal abi, Del Bosque için ne düşünüyorsun?" Diyorum ki: "Hocam, Beşiktaşlılar manavdan pırasa almaya gittiler, tesadüfen manavın yanında kentin en kaliteli tatlıcısı varmış, baklava alıp döndüler!.. Beşiktaşlı yöneticilere Türk sporuna, Türk futboluna böyle bir hoca kazandırdıkları için, futbolcusuyla, taraftarı ile, teknik adamları ile, yöneticileri ile, spor yazarları ile teşekkür borçluyuz. Ben kendi adıma teşekkür de ediyorum, ama anlamadığım bir şey var; pırasa almaya gidip de baklava alıp gelmek, nasıl bir yöneticilik? Beşiktaş sofrasının baklavaya ihtiyacı var idiyse, yöneticiler neden manava pırasa almaya gittiler, yok sofranın pırasaya ihtiyacı vardıysa, baklava alıp dönmek ne anlama geliyor? Üstelikte baklava alanlar, genel kuruldan önce çıkıp da 'pırasa alacağız, ona ihtiyaç var' demediler mi?." Turgay Hocam, kahkahalar arasında dedi ki; "O kadarını karıştırma, iyi ki manavın yanında baklavacı varmış!.." Bu olay beni, çocukluğuma kadar götürdü. 1940'lı yıllarda, babamın görevli olduğu Van'dayız. O zaman subaylara "emir eri verirlerdi!." Eski emir erimiz terhis olduğu için yeni askere alınmış bir eri "emir eri" diye göndermişlerdi. Yeni geldiği günlerin birinde, rahmetli annem emir erinin eline para vererek "Evlâdım, bir koşu bize yarım kilo kıyma al da gel" diyerek çarşıya göndermiş, emir eri de yarım saat sonra, elinde bir paketle dönmüş ve boynu bükük olarak anneme şunları söylemişti: "Kıyma bulamadım, lokum aldım!." Hakikaten pakette lokum vardı ve gece eve geldiğinde olayı anlattığımızda, rahmetli babam, tıpkı Turgay Hoca'nın mikrofonda attığı kahkahaya benzer bir kahkaha patlatmıştı!.