O yazıyı öyle bir beğendim ki...

A -
A +

Sevgili Kemal Belgin, "soruyu yazında sorduğun ve spor kamuoyuna mal ettiğin içindir" ki, ben de "zorunlu olarak" yazımda cevap vereceğim. Zira, herkes biliyor ki; "aynı gazetede, hem de aynı günlerde yan yana yazanlar" arasındaki "atışmaları, taşlamaları, kişisel tartışmaları" hiç ama hiç sevmem. "Fikir tartışmasına" elbette "evet", ama "kişiliklere dönük olanlara" hayır, hem de "bin defa" hayır!. Sevgili Hıncal Uluç'un Sabah'ta çıkan bir yazısı için yazdığın yazı, "sadece yazıdaki fikirlere karşı olsaydı, onları eleştirseydi", hiç üzerinde durmazdım; "Varsa cevabı, Hıncal Uluç versin" derdim. Amma... Ne yazık ki, senin yazında "fikirlere dönük olmaktan çok, kişiliklere dönük" hatta Türk Ceza Kanunları'na göre "suç kabul edilebilecek" hakaret vardı. Nerede ise yarım yüzyıla yakın Türk basınında yazan-çizen, bir çok gazete ve dergide kuruculuk yapmış olan, üst düzey yöneticiliklerde bulunan, yüzlerce "gazeteci - öğrenci yetiştiren" bir insana "meczup benzetmesi yapmak" insanı üzmez mi? Yazında belirttiğin üzere "sadece" ağabeyi olarak değil, insan olarak da, bir o kadar gazetecilik yapmış bir spor yazarı olarak da üzer!.. "Aynı benzetmeyi" bir başka spor yazarı, senin için yapmış olsaydı da üzülür ve benzer bir tepkiyi ortaya koyar, o spor yazarının müdürü ile açıp telefonu konuşurdum. "Böyle yaptığım" bir çok olay biliyorum; ama ben bunları yazmam, bunlardan söz etmem; unuturum... O kadar... Brütüs'ün sırtından bıçakladığı Sezar, "Sen de mi Brütüs" sözünden başka bir şey söyleyemeyerek öldü; acaba "biraz daha yaşasa idi", Brütüs için "başka neler söylerdi?" Sevgili Hıncal gibi, ben de ve belki de sen de "sevdiğimiz, inandığımız, elinden tuttuğumuz, gazeteci yaptığımız" bir çok kişi tarafından bıçaklandık. Senin bazı yazılarını hâlâ hatırlıyorum. Nasıl "duygu dolu, haklılık dolu" feryatlardı!. Sevgili Hıncal için yazdığın yazının hemen yanlarında da "vefasızlığa uğradığın bir olayı" anlattığını sanıyorum; Nuri Çolakoğlu örneğini vererek. Bir başka köşede de Faruk Ilgaz'a yapılan vefasızlığın nasıl düzeltildiğini anlatıyor, bilmeyenlere ders veriyorsun!. Onun için diyorum ki, en az sen de "benim kadar" sevgili Hıncal'ın yazının ne ifade ettiğini düşünmeli, anlamalıydın! Herkesin duygularını anlatılırken kullandığı bir usul, bir üslûp vardır; yazarları birbirinden farklı kılan da budur!. Sevgili Hıncal, "Sabah'ın ve patronunun en zor günlerinde" ünlü ne kadar gazeteci varsa, "başka bir gazeteye kaçıp giderken", gazetede kalıp "sonuna kadar" gazetesini ve patronunu savunan bir yazardır. "Milyon dolarlarla ifadesi bulan" transfer tekliflerini hem de defalarca elinin tersi ile itmiştir. Ama... Bunun karşılığı olarak, elinden tuttukları ve savunduklarının vefasızlığı ile karşılaşınca, çok haklı olarak isyan etmiş ve aslında sadece kendisi için değil, "bu şekilde vefasızlıklara maruz kalan bütün gazetecilerin duygularına tercüman olacak bir yazı" yazmıştır!. Sabah'ın kendisi için, kendisinin de Sabah için "ne ifade ettiğini" okuyucusuna açık açık anlatarak!. Diyorsun ki; "Öcal abi, sen o yazıyı beğendiysen, ben de yazdıklarımı geri alıyorum!." Ben seni tanıyan biri olarak, "yazdıklarını geri almanı, benim yazıyı beğenip beğenmemem ile ilişkilendirmemeni" beklerdim!. "Hıncal Uluç'a bu yazıyı yazdıran gerçekler nedir" diye araştırmanı ve "onun duygularını anlamaya çalışmanı" beklerdim!. Bana sorduğun soruya cevabım ise, yazımın başlığı: "O yazıyı hem de öyle bir beğendim ki... Bin imzam olsa, o yazının altına binini de gözümü kırpmadan atarım!." Kurtarıcı oldular!... Yanlış hesap Bağdat'a gidemeden, Şişli'den döndü ve yanlış hesabı yapanlar hem kendi kendilerini bitirdiler ve hem de "gitti, gidecek" denilen Özhan Canaydın'ı kurtardılar!. Ben, Canaydın'ın yerinde olsam, Faruk Süren'e ve Mehmet Cansun'a "yaldızlı" birer teşekkür mektubu gönderir; "Bu zor günlerde Galatasaray camiasını benim etrafımda yeniden topladığınız için sonsuz şükranlarımı sunarım" derdim!. Sevgili kardeşim Hıncal Uluç demişti ki; "Süren ve Cansun Galatasaray'dan ihraç edilmeli!.." Tam aksine, camiaya, Başkan'a ve yönetimine öyle bir doping yaptılar ve öyle bir "şok tedavisi uyguladılar" ki, koca Galatasaray kendine geldi!. Sadece Ali Dürüst hariç... "Susmak hakkını kullanmakla" çok yanlış yaptı, Ali Dürüst!.. Adı etrafındaki bütün söylentilerin "doğru olduğuna inananlar" çoğunlukta!.. Özhan Canaydın'ın artık ona güvenmesi mümkün değil!. Hâlâ yönetimde neden duruyor; anlamakta zorluk çekiyorum!. Televizyon televizyon, gazete gazete gezen iki kahraman, "kendilerini bitirirlerken", Ali Dürüst'ü ve "damat-ı şehriyari" Burak Elmas'ı da bitirdiler; bu ikiliye yazık ettiler!.. Sadece bir gazetede değil, bir çok gazetede, "Galatasaray'da olan bitenlerin iç yüzü" çarşaf çarşaf yazıldı; artık camia kimin ne olduğunu, neye oynadığını, kimleri kullanmak istediğini biliyor!. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün projesinin de "ne olup, ne olmadığı" birkaç gün içinde ortaya çıkınca, kimsenin rüyasında görse inanamayacağı bir gelişme oldu ve "krizden, Özhan Canaydın güçlenerek çıktı!." Krediyi getirebilir, Terim de takımı "biraz düzeltebilirse", mart kongresinde karşısına kimse çıkamaz; çıkan olursa bile ezilir, gider!.. Heveslilerin haberi ola!.. Affetmek!... İnsanın en yüce hasletlerinden biridir; affetmek!.. Gençlik yıllarımla "affedici" değildim!.. Bugün, "affedici olmanın", insanı nasıl yücelttiğini ve insan ruhunu nasıl sıcacık sarmaladığını biliyorum!.. Affetmemenin ise, insan yüreğini ve insan beynini kıskaca alan ve bırakmayan bir "küçük kapan" olduğunu öğreneli çok oldu!. "Affedilmeyeni" değil, "affetmeyeni" sıkıştıran bir kapan!.. Erman Toroğlu'nun TSYD Semineri'ne çağrılmamasının, çağrılırsa boykot edilmesinin çağrısını yapan benim. Çağrımın bir "karşı şartı" vardı; "Toroğlu, yanlışını anlar, hatasını anlar, özür diler ve bundan sonra aynı yanlış ve hataları tekrarlamazsa..." şartı... Bu şart yerine gelirse, "insan olarak bize düşen görev", onu affetmekti!. Seminer günlerinden beri bakıyorum; rivayet muhtelif!.. Elbette, ne yapacağını en iyi, Erman Hoca bilir!. "Doğruyu yapar" aramıza döner!. "Eğride ısrar eder"; o zaman bizim muhatabımız; artık Erman Hoca değil, TSYD Başkanı Onur Belge ve yönetimidir!. Spor yazarlarına "toplu hakarette bulunan", hem de defalarca bulunan bir kişiyi "meslek seminerine konuşmacı olarak davet etmenin bedeli", adı "Onur" olan başkandan sorulur!. "Onur", spor yazarları olarak elimizde kalan son kalemizdir; ona dokunanları ya da "dokunanlara ödül verenleri" unutamayız!. Erman Hoca'yı, Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök "aklamağa çabalayabilir"; ama TSYD Genel Başkanı Onur Belge ve yönetimi "bunu yapamaz!.." Aslında, Erman Hoca, "gerçekten" samimi bir açıklama yapar, özür diler ve sözünü tutarsa, Onur Belge ve yönetimini de kurtaracaktır!. "Açık açık özür dilemezse" biz onu aklamayız, aklayamayız, hele hele derneğimize hiç aklatmayız; Onur Başkan'a rağmen!. "TV'lerin yapamadığını yapma" popülizmine, yani "Erman Toroğlu - Bülent Yavuz kapışmasını" organize etmenin cazibesine kapılarak ve böylece TSYD Semineri'nin TV'lerde ve gazetelerde "haber olmasını sağlamak" düşüncesi uğruna, yapılanlara, söylenenlere göz yumamayız, oldu bittilere sessiz kalamayız!. Herkes bunu böyle bilsin!.. Ve... Sevgili Naci Arkan'ların, sevgili Hasan Sarıçiçek'lerin günlerden beri verdikleri mesajların ne anlama geldiğini de iyi düşünsün!.. Tebrikler!... Şansal Büyüka ve Ferhan Tezcan'ı kutluyorum. Yılbaşını vesile yaparak, büyük TV'lerin ve gazetelerin spor müdürlerini bir yemekte bir araya getirmişler. Yemek sıcacık bir hava içinde, dostça, kardeşçe geçmiş... Diliyorum ki, bu yemek geleneksel hâle gelsin... Diliyorum ki, bu yemek "sadece" büyükler arasında kalmasın!.. Diliyorum ki, bu yemek, giderek irtifa kaybeden spor basınımızdaki maddi ve manevi erozyonu önce durdursun, sonra da değerler çıtamızı yukarılara çekmeye başlasın!.. Diliyorum ki, bu yemek, "Türk sporunun meselelerinin çözümüne yardımcı olmak" sorumluluğunu yüklenmesi gereken spor medyamızın "birbirini yemekle vakit kaybetmesinin" önüne geçişinin milâdı olsun!. Diliyorum ki, bu yemek, futbolumuzda, sporumuzda, saha içiyle, saha dışıyla,TV ekranıyla, gazete sayfasıyla, radyo mikrofonu ile kardeşliği, dostluğu, barışı, huzuru, sevgiyi, saygıyı, bütünüyle fair-play'i getirecek hamlenin "el ele atılmasını sağlayacak" sinerji kaynağı olsun!. Zor gibi görünüyor, ama değil!.. Kulüp rekabetini "reyting ve tiraj yarışı için" köprüaltı kavgası seviyesine indirmek isteyenlere, TV ekranlarında, gazete sayfalarında, radyo mikrofonlarında geçit verilmezse, hem de o kadar kolay ki... Biz... Bugün hasretini çektiğimiz tablonun içinden çıkan ve o güzel görüntüleri yaşayan bir nesiliz!. Bugün neden olmasın? Bu yolu açacak olanlar da, işte "o yemekte buluşanlar!.." Ve bundan sonraki yemeklerde "onlara katılacak olanlar!.." Sevgili Şansal... Sevgili Tezcan... Ve o yemeğe katılan bütün sevgili müdürlerim... Neden olmasın? Terim, nihayet... İçimden "Günaydın" demek geliyor ama, o da geç... Fatih Terim, Süren'ler, Cansun'lar tarafından "maddi olarak batırılmış" bir kulübe "yeniden" teknik direktör olarak geldiğinde yapacağı iş, "bugün yaptığı olmalı" idi!. Ne Galatasaray Futbol Takımı ve kendisi bu duruma düşer, ne de Galatasaray'ın "zaten olmayan" onlarca milyon doları "hiçbir işe yaramayan" futbolcular için sokağa atılırdı!. Gerçi Başkan Özhan Canaydın'a güvendi, ama... Onun gibi tecrübeli bir kurt, geleceği görebilmeliydi. Yapacaktı bir basın toplantısı, diyecekti ki: "Galatasaray'ın büyük transfer yapacak parası yok. Az para ile de ancak emekli yıldızları ya da işe yaramayacak futbolcuları alabiliriz. Biz iki yıl sonrasının şampiyon takımını kurmak üzere yola çıkıyoruz. İçerden de, dışardan da gençleri toplayacak ve UEFA Kupası'na uzanan Galatasaray gibi bir Galatasaray'ı yeniden oluşturacağız. Taraftardan ve camiadan destek ve sabır istiyorum!." Elbette itiraz edenler çıkacaktı ama, camia onun arkasında olacaktı. Yönetim ve Başkan rahatlayacaktı; kulüp "uçan kuşa borçlu" durumdan daha çabuk kurtarılacak, belki de "panik içinde" düşülmüş olan "Sahip Som batağı" başlara gelmeyecekti!. Düne göre elbette geç, ama yarına göre erken sayılacak bir dönüşle, Terim nihayet "doğru yolu" gördü!. Hakan Şükür - Ergün - Hasan Şaş - Bülent hariç, "bütün eskilerin gönderildiği", gruplaşmaların bitirildiği, "pırıl pırıl gençlerden kurulu" bir Galatasaray geliyor!.. Terim başaracaktır!. Bal ve şal!.. Sevgili Alaattin Metin'i okuyunca, Fenerbahçe ve Fenerbahçeliler adına "mutluluk duyuyorum"; kaleminden bal damlıyor!.. Gelin görün ki, bilgisayarıma gelen "Fenerbahçeli" e-mailleri, tıpkı "Galatasaraylı" e-mailleri gibi karanlık, endişeli, kararsız, gergin... Perşembe günkü yazısında "Fenerbahçe'nin ilklerini öyle bir anlatmış" ki... Stadının modernliğinden, locaların şahaneliğinden, mağazalarının zenginliğinden. TV'sinin darphaneliğine kadar... İlk... İlk... İlk... İyi de... Futbolda kupalar, şampiyonluklar ne oluyor? Avrupa Kupaları'ndan bile düşmek ne oluyor? Bir kişinin başkanlık döneminde nerede ise en büyük rakibinin art arda gelen şampiyonlukları ile "bir yıldız daha takması" ne oluyor? FIFA listelerinde, Fenerbahçe nerede? Basketbolde durum? Atletizmde durum? Kurucuları Fenerbahçe'yi "sportif başarılar" için mi kurmuşlar, yoksa "lüks loca birinciliği için mi"; bilmiyorum!. Şimdi, merak ettiğim konu şu: Sevgili Alaattin Metin, "Fenerbahçe 6 yılda 5 defa şampiyon olsa, UEFA Kupası'nı alsa, Süper Kupa'ya Real Madrit'i yenerek uzansa", buna karşılık "Galatasaray da loca şampiyonu olsa", ben de kalkıp "Galatasaray'ı ve başkanını, loca şampiyonluğu için öve öve göklere çıkarsam, yere göğe koymasam, Fenerbahçe'nin ve Beşiktaş'ın çok önüne oturtsam" perşembe günkü yazısında acaba ne yazardı?

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.