Türkiye'ye son yıllarda gelmiş "en büyük" futbol yıldızlarından biri ve herhalde Hagi'den sonra "ikincisi" idi, Ortega!.. Hagi, Galatasaray'da futbol hayatının ikinci baharını yaşadı; hatta "ilk" baharından da daha mutlu oldu ve daha büyük işler başardı!. 4 Lig şampiyonluğu ve bir UEFA Kupası'nın yanında bir çok da büyüklü-küçüklü kupa daha gördü; sadece foırmasını giydiği kulübün taraftarlarının değil, Türk sporseverlerinin çoğunluğunun kalbinde taht kurdu; sevdi, sevildi!.. Ortega da "böyle" olabilecek bir yıldızdı!. Ama olmadı; neden? Bunun için "futbol uzmanları" bir çok sebep sayabilir!. Yöneticiler "pek çok sebep" sayabilir!. Futbolcular da öyle... Ama asıl "bir sosyolog" ile "bir psikolog" acaba "bu gidiş" için ne diyecektir? Bizde "genellikle" futbol sayfalarımızın müdürleri, futbol ekranlarımızın sorumluları "bakarlar" ki; "Ortega'nın gidişini" futbol yorumcuları ya da teknik adamlar ya da yöneticiler ya da menajerler ya da spor yazarları yorumlasın, hatta taraftar yorumlasın!. Akıllarına "bu gidişin temelinde" bir "sosyal olayın yatabileceği", bir "ruhi depresyonun olabileceği" pek gelmez!.. Ben, bir "ruh doktoru" arkadaşımla konuştum; 600 kilometre uzakta olduğum halde!.. Dedi ki; "Elbette, Fenerbahçe'de görev yapan uzman meslektaşlarım bu konuda çok şey söyleyebilir. Ama benim bir doktor ve bir futbolsever olarak uzaktan gözlemlediğim, Ortega'nın geldiğinden beri yalnızlığının giderilemediği idi. Ortama, kulübe, takıma, arkadaşlarına, hocalarına yabancı olarak kaldı. Kimse onun 'konuşabileceğim, dertleşebileceğim, güvenebileceğim, sırdaşlık yapabileceğim bir Arjantinli futbolcu ya da hoca alın' isteklerine önem vermedi. İçine kapanık, yetiştiği ortamın ruhundaki izlerini saklayan ve zaman zaman yaşayan bir insanın 15 milyonluk bir şehirde bunca ilgiye rağmen 'yapayalnız olduğuna inanmak için' herhalde ruh doktoru olmak gerekiyormuş. Biz inanırız, hocaları, yöneticileri, spor yazarları inanmaz, inanmadılar. Bence Ortega'nın başarılı olamamasının ve gidişinin ana sebebi budur. İstanbul'da yalnızları oynadı, dayanamadı, gitti." Dedim ki; "Peki, birlik- beraberlik resimleri çektirildi, futbolcular 'onu yalnız bırakmayacağız' diye açıklamalar yaptılar, bunlar gösteri mi idi?" Dedi ki; "Onlar ayrı şeyler, gösteri mi idi, gerçek mi idi, bilemem... Ben beraber çalışmadan, beraber eğlenmeden söz etmiyorum, ben ruhi beraberlikten söz ediyorum, güvenmekten, inanmaktan, sırdaşlık yapmaktan, dert ortaklığından söz ediyorum; bence Ortega bunu bulamadı. Kendisinin ve menajerinin sızlanmalarından anladığım buydu, çıkardığım sonuç buydu!.. Belki futbol olarak çok iyi bir başlangıç yapabilse, durum başka türlü olabilirdi, ama o da olmayınca, üzerine gelinince, iyice içine kapandı; iç dünyasında kopan furtınalar dindirilemedi ve gitmekten, kaçmaktan başka şey düşünmez oldu, kendini koruma içgüdüsü öne çıktı, olması gereken sonuç da çabuk geldi!." Dedim ki; "Yani, arkadaşı olan bir Arjantinli futbolcu alınabilseydi, Ortega kalabilir miydi, Hagi gibi olabilir miydi?" Dedi ki; "Belki gene giderdi, ama bu kadar çabuk değil. Ona ortama ve takıma uyum sağlama zamanı verilemedi, 'gerçek anlamda' bir arkadaş ona bu zamanı kazandırabilirdi ve Ortega da Hagi gibi Türkiye'de efsane olabilirdi!." "İnsan psikolojisi" ile ilgili pek çok kitap okuyan bir gazeteci olarak "doktor arkadaşımın sözleri" bana yabancı gelmedi ve kendisine dedim ki: "Anlıyorum ki yazık olmuş, hem de çok yazık. Öyle mi?." "Koyu" Fenerbahçeli idi; cevapladı: "Sanıyorum, öyle!.." Müthiş bir yazı, ama... Son günlerde okuduğum ve "yazarı izin verirse" imzamı gözümü kırpmadan atabileceğim yazılardan biriydi, bu yazı... İşte bu "enfes" yazıdan alıntılar: "...Futbol konuşmayı seviyoruz... Hem de çok... Belki de gereğinden fazla... Aslında ülke olarak ekonomiyi de, sanatı da, edebiyatı da, bilimi de derinlemesine bilen bir ülke değiliz... Futbol basit ve eğlenceli bir oyun... O yüzden onun üzerine konuşmak kolay geliyor bize... Yüzeysel olaylar üstüne, yüzeysel konuşmalar yapmak en büyük özelliğimiz... Bilsek de bilmesek de birkaç ay önce tam tersisini savunmuş olsak da, günün gelişmelerine uygun düşüncelerimizi büyük bir yenilikmiş gibi söylüyoruz... Çünkü biz böyle bir ülkede yaşıyoruz... Hemen kızmayın... Ülkemi sevmiyor değilim... Belki de gerçekten ülkemi sevdiğim için bunları söylüyorum... Çünkü birilerinin artık gereçekleri söylemesi gerek... Acı da olsa..." "...Ve bu ülkenin gençleri için en gözde mesleklerden biri spor yazarlığı, futbol yorumculuğu... Çünkü hepsi söyleyecek birşeyleri olduğunu düşünüyor. ÜniGS, ÜniFB, ÜniBJK gibi derneklerde aktif görev alıyorlar... Bizi panellere çağırıyorlar, maçlara toplu halde gidiyorlar, rakip derneklere nasıl 'gol atacaklarını' düşünüyorlar... 'Bırakın bunlarla uğraşmayı' dedim en son gördüklerime... Üniversite gençliği nasıl olur da futbolun peşine bu kadar takılıp gider? Bırakın futbolu kurtaranlar kurtarsın... Siz bu ülkenin geleceğisiniz... Düşünün, tartışın, ama futbolu değil, siyaseti, ekonomiyi, bilimi,sanatı..." "...Bu kadar futbolla boğulup kalmak iyi değil... Futbol dünyasındaki insanları bu kadar akahraman, bu kadar hain ilan etmek iyi değil..." "Doğru" kere "doğru!." Bin defa doğru... Milyon defa doğru... Yıllardan beri yazıp çizdiğim, kendisine "spor medyası" deyip de "futbol medyası" haline geldiğini söylediğim, ondan da öte "üç büyükler futbolunun sayfaları ve ekranları" dediğim bir camiadan "arada bir yükselen" böylesine "haklı" feryatları hep alkışlamışımdır!.. Bu sonuncu feryadın "kime ait olduğunu" merak ettiniz mi? Bu satırların yazarı, "futbol medyamızın, üç büyükler futbolunun medyasının" bir üst düzey sorumlusu... Bir spor müdürü... Başında bulunduğu spor sayfalarının ve gazetelerinin "yüzde 95'ini futbola" ve bunun da "yüzde 90'ını üç büyüklere ayıran" bir spor müdürünün... Servisinde "onlarcası varken", bir kulübün istifa eden "futbol menajerini spor yazarı yapan" bir spor müdürünün!.. "Gençlere verdiği gerçekçi ve doğru dersten" öncelikle "kendisinin ders çıkarması gereken" bir "genç" gazetecinin!.. Kendisinden "yazdığı doğrultuda" sayfalar yapmasını "istediğim" bir spor servisi sorumlusunun!.. "Ülkesini seviyorsa", ki sevdiğini söylüyor ve ben de inanıyorum; futbol medyasının "yeniden" spor medyası haline dönüşmesine "öncülük etme" misyonunu yüklenmesini beklediğim ve işte o zaman ülkenin gençlerine "verdiği dersin hedefine varacağına inanacağım" bir gazete yöneticisinin... Evet... Sevgili Altan Tanrıkulu, "hafızam beni yanıltmıyorsa" (ki, yanılmışsam okuyucularımdan özür dilerim) büyük Mevlâna ne demiş: "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!.." "Olduğun gibi" görünüyorsan, bu sayfalar ne? "Göründüğün gibi" olacaksan; bu yazı ne? Bayramını kutlar, sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim. Susmayı bilmek!.. Mehmet Cansun "gene" esip gürlemiş... Hatta "olağanüstü genel kuruldan" bile söz etmiş; "Kulüp kötüye gidiyor, batıyor, bu ne israf? Bu alınan, gönderilen oyuncular ne oluyor? Galatasaray'ın kaç parası sokağa atıldı?" gibilerden lâflar etmiş!. Galatasaray Kulübü'nde, 10 bini aşkın kulüp üyesi içinde Özhan Canaydın yönetimini "bu konuları öne sürerek" eleştirmeye "kalkışamayacak" insanların sayısı "50'yi geçmez!." Diğer bütün üyeler eleştirebilir!. Ama "başta Mehmet Cansun olmak üzere", Faruk Süren ve Mehmet Cansun yönetimlerinde yer alan ve kulübü "iflas noktasına getiren" 50'ye yakın kulüp yöneticisi ile "bu gidişi" seyreden, hatta "arka çıkan" anlı-şanlı Divan Heyeti yöneticisinin, Canaydın'ı ve yaptıklarını eleştirmeye hiç ama hiç hakları yoktur, olmayacaktır!. Onlara düşen iş; "büyük bir mahcubiyet içinde" başları eğik, susup oturmaktır!. "Sadece" Jardel skandalı, "alınması ve satılması" bile, "buna" yeter!.. Ey Mehmet Cansun, bırak "bu eleştirileri", hakkı olanlar, başı dik olanlar yapsın!. Üstelik bıraz da sabret!.. Süren'in ilk gelişini, Fatih Terim'in ilk aylarını hatırla!.. O zamanki Avrupa Kupaları'nı hatırla!.. Terim, Lucescu'dan nerede ise "yarısı kiralık", "defans düşüncesi üzerine" kurulmuş ve "öyle şartlandırılmış", devamlı öyle oynatılmış, beyinlerine adeta "rakiplerin çok güçlü, korkmalısın" mikroçipi yerleştirilmiş bir kadro devraldı!.. "Kendi futbol düşüncesine taban zabana zıt" böyle bir kadroyu ve bu kadronun düşünce sistemini "ters yüz etmek" kolay değil!. Terim, kadroyu sıfırlasa ve "yepyeni" bir kadro kursa idi; işi daha kolaydı!. Şimdi "zoru başarmaya çalışıyor" ve inanıyorum ki; başaracak!. Tabii, "Mehmet Cansun gibi" geçmişten "kuyruk acısı olanlar" rahat bırakırsa!.. Bekleyelim ve görelim bakalım; kim haklı çıkacak? Bu arada Özhan Canaydın'a da bir çift sözüm var: "Devri sabık yapmadan" yönetmeye başlarsan, olacağı işte budur; susmaları gerekenler, sonunda "seni en fazla eleştirenler" olur çıkarlar ve de ne yazık ki etraflarına taraftar da toplarlar!.. Sen affedersin; onlar affetmez!.. Kulüpçülük!.. Beşiktaşlı İbrahim "umumi istek ve ısrar üzerine" milli takıma çağrıldı ve "ilk onbirde oynatıldı!." Baktım, "bazı arkadaşlarım", nerede ise göklere çıkaracaklar!.. Bazı gazetelerde "bol bol yıldız" ve "8'e varan" notlar verilmiş; "takımın en iyisi" gibilerden!.. Milli takımı seyrederken ve yazarken bile "kulüpçülük yapmak" herhalde "sadece" benim anlı-şanlı medyama mahsus!. Şu maçın kasetini ortaya koyalım, "tarafsız" da bir jüri kuralım ve diyelim ki; "Seçin bakalım, milli takımın Ukrayna maçındaki kadronun ana iskeletinin en başarısız 3 oyuncusu kimlerdi?" Seçilecek 3 oyuncudan biri; mutlaka İbrahim olacaktı!.. Ne defansif görevlerini yapabildi (Rebrov'un kaç tane onu geçerek çizgiye inip içeriye verdiği top var, bir sayın!) ne de ofansif görevini!. (Acaba oynadığı sürece, rakip kale önüne bir tane gol fırsatı olacak ortası, bizim golcülere yaptığı bir asist var mı; bir inceleyin!.) Peki ne anlama geliyor, şimdi "o yıldızlar" ve "o notlar?" Moral efendim... Moral... Hay çok yaşayın, emi!..