Perşembe günkü Sabah'ın manşeti Hıncal Uluç'un yazısına ayrılmıştı!.. Uluç, İstanbul Emniyet Müdürü'ne "Ahmet Çakar'ı kimin vurduğunu herkes biliyor da İstanbul emniyetinden neden çıt çıkmıyor? Tetikçi nasıl yakalanmıyor?" diye soruyordu!. Sevgili kardeşim Hıncal'ın yazısında "spor yazar ve yorumcularına yapılan" saldırıların faillerinin de yakalanamadığı, böylece "gazeteciler ve yazarlar üzerinde" bir baskı oluşturulduğu ve bu baskının "ölüm korkusu altında bir mafya sansürü uygulaması olduğu" anlatılıyordu. Hıncal Uluç, "Çakar'ı kimin vurdurduğunu biliyorum" diyordu, Hürriyet Gazetesi yazarı Fatih Altaylı'nın "Ahmet Çakar'ı vurduranı biliyorum" dediğini, Kâzım Kanat'ın da "vurduranı bildiğini" ilâve ediyordu!. Bu satırları okurken ürperdim. Ben "Çakar'ı kimin vurdurduğunu bilmiyorum!." Doğrusu ya, kardeşimi arayıp "Kim bu" demek için telefona ne elim, ne beynim uzandı!. İstedim ki ve diledim ki, benim polisim, benim devletim "yapanları" yakalasın ve "ben bu isimleri ve kişileri" devletimden, polisimden, savcımdan öğreneyim!.. Bir yazar olarak, bir gazeteci olarak, bir Türk vatandaşı olarak "gönlüm" rahat olsun, geceleri yatağıma "gönül rahatlığı ile yatayım!." Sevgili Hıncal'ın yazısında Fatih Altaylı'nın adı geçince, onun sütunundan kesip sakladığım, "gün olur, lâzım olur" dediğim bir yazısını dosyamdan çıkardım.. Bakın neler diyordu o yazısında Altaylı: "...Bir buçuk yıl kadar önce, Ali Sami Yen Stadı'nın 'Şeref' tribününde bir grup 'serseri' tarafından öldürülmek istendim. Bir terbiyesizliği yatıştırmak için araya girdim ve orada bulunan 'mafya korumalarının' hedefi oldum. Bunların kimin adamı olduklarını söyledim. Kimse umursamadı. Bu adamları dava ettim. Mahkemeye adli sicil kayıtları geldi. Maşallah hepsi Meydan Larousse fasikülü gibiydi. Yaralama, tehdit ne ararsanız var. Kimse bu mafya uzantılarının şeref tribününde ne işi var demedi de, Galatasaray'ın eski 2. Başkanı'nın Galatasaray'ın stadında maç sonrası şeref tribününe inmesine bozuldu." "...Türkiye'nin en büyük kulüplerinden birinin başkanının çevresinde mafya dolu. Korumalığını bir mafya babasının adamlarının yaptığı söyleniyor. Bunu benden başka kimse bilmiyor mu? Biliyor ama susuyorlar. " "...Transfer dönemlerinde oyuncular tehdit ediliyor. Bir mafya babasının menajerlik şirketi kurup transfer organize ettiğini herkes bilmiyor mu? Bilmez olurlar mı, bana onlar anlatıyor ama paçaları sıkmıyor bunları anlatmaya." "...Bir büyük kulübümüzün çok 'becerikli' ve saygın 2. başkanının bu mafya grubu ile temasta olduğunu, transfer dönemlerinde bundan destek istediğini ve zaman zaman aldığını, geçen yılın çok flaş bir transferinin mafya aracılığıyla yapıldığını bilmiyorlar mı?" Anlaşılıyor ki, "herkes korkuyor!.." Anlaşılıyor ki, "herkes kendi canını kendisi koruyacak!." Anlaşılıyor ki, "gerçekleri yazmaktan çekinmezsen" sakın ola ki "Onlara oldu ama bana olmaz" deme!.. Bir gün "sana da olur", hem de pek yakında!.. Öyleyse "düşün"; ne yapacaksın? Alışmışlar!.. Gülüyorum; bugüne kadar hep uygulanan "Bütün kararlar Üç Büyükler'in menfaatleri ve meseleleri düşünülerek alınır" görüşüne aykırı davranışlar ortaya çıkmaya başlayınca, kıyamet kopuyor!.. Haberler, manşetler, yorumlar, yöneticilerden, teknik direktörlerden feryatlar, hatta tehditler!.. 2-3 aydır "önce" Lucescu olayını yaşadık, şimdi sahneye Daum çıktı!.. Tabii etraflarında "başka oyuncular" da var; yöneticiler ve "kulüp" yorumcuları!.. Ligde3 G'yi art arda, "onların Avrupa maçları yorgunluğu ve zihinsel UEFA konsantrasyonu" sebebiyle "kolay geçen" Fenerbahçe, "kupada da aynı pozisyonunu muhafaza ederek" 21 yıllık özlemini giderecek finalin "yolunu açmayı" gözlüyordu; olmadı!. Yıllardan beri "ilk defa" federasyon kararları nezdinde "küçük balık, büyük balığı yedi" ve Kupa maçına Gençlerbirliği "kafa bakımından da, fizik bakımından da dinç çıktı!." İlhan Cavcav'ı kutluyorum!. Ve bu sezon "Gençlerbirliği - Fenerbahçe maçlarında" ilk defa "şans faktörü" de "denk düşünce" hangi takımın daha "iyi" olduğu ortaya çıktı; hem de Şükrü Saracoğlu Stadı'nda tam bir Gençlerbirliği zaferi ile!.. Ersun Yanal'ı ve öğrencilerini kutluyorum!.. Ve bir sözüm de, başta sevgili Alaaddin Metin olmak üzere "kulüpçü yazar - çizer" takımına... Yazılarınızı okuyunca; "finale sanki Fenerbahçe çıkmış da, ben yanlış ve başka bir maç seyretmişim, zannettim!" İnsaf... Hiç olmazsa "bir - iki paragraf da kazananı, finale çıkanı yazmaz mı insan?" Ya Show TV'nin ortaya koyduğu "acımasız" tablo: Gençlerbirliği, Fenerbahçe gibi bir rakibi, müthiş bir mücadeleden sonra, hem de onun sahasında elemiş, finale çıkmış; hakemin bitiş düdüğü... Pat reklam... Sonra sahaya bağlanış... İki saniye... Pat reklam... Sonra sahaya bağlanış... Bir saniye... Pat reklam... Sonra sahaya bağlanış... 10 saniye... Pat dizi... Ne insaf var... Ne iz'an var... Bu nasıl anlayış... Bu nasıl iş?.. TV başındaki binlerce meraklı ve Gençlerbirlikli gibi ben de söylenmeye başladım; "Böyle kanala da, böyle reklama da, böyle diziye de yazıklar olsun!.." Ve düşündüm; "Acaba Fenerbahçe kazansa idi, Show TV'nin anlı-şanlı yöneticileri böyle yaparlar mıydı? Yapmaya cesaret edebilirler miydi?" Ne kompleks ama!.. Durmadan yazıyor ve söylüyorum; "Bu Lucescu'da Galatasaray kompleksi bitmez!.." Neyse ki "Terim gitti", de "Terim kompleksi bitti!." Amma... "Galatasaray kompleksi" devam ediyor!.. 8 Puan farktan "3 puan geriye düşmüş" kendi takımını nasıl kurtaracağını düşüneceği yerde "Galatasaray nasıl kurtulur" sorularına cevap arıyor, spor yazarlarına da yetiştiriyor; "Galatasaraylı bir belediye başkanını başkan yapsınlar, ancak o kurtarır!." Sana ne Galatasaray kulübünden? Sana ne "kimin kurtaracağından?" Sana ne "kimin" başkan olacağından? Sen işine bak; Beşiktaş takımını "düştüğü" bunalımdan çıkar, tabii "önce" kendini çıkar!. O kadro ile ve "o moralden", sekiz puanlık farktan, bugün gelinen noktaya bak, "Gençlerbirliği'nin hem de rakibinin stadında ve 40 bin seyircisi önünde perişan ettiği bir Fenerbahçe'nin nasıl 3 puan gerisine düştüğünü çöz"; bu problemlere çare bul, bunun için uğraş!.. Galatasaray kompleksi ile yaşaman, hem seni bitirir, hem de takımına çok zarar verir; benden söylemesi!.. İşte "hoca" bu!.. Malta'da çekiç atmada Olimpiyat ikincisi İtalyan Vizzoni'yi 77.76 ile geçerek Avrupa ikincisi olan Eşref Apak diyor ki: "2008 Pekin Olimpiyatı'nda altın madalya alacağım" 2000 Dünya Gençler Şampiyonu olan Apak "86.74'lük yıllardır kırılamayan dünya rekorunu kırmak için" de kendisine bir zaman hedefi koymuş: 2007!.. Bu genç ama "büyük" atletin, madalyaları, dereceleri ile hep iftihar ettim, sözlerini ve "kendine güvenini" alkışlıyorum, inanıyorum ki, "verdiği sözü tutacaktır." Ama, asıl bu genç atletin hocasına hayran oldum. Diyor ki, Artun Talay: "Daha büyük başarılar ve dereceler için kendimi yeterli görmüyorum. Bize daha fazla bilgi desteği gerek. Avrupa Şampiyonası'nda birincilik alan Macar sporcunun hocası Eşref'in hocası olsa idi Malta'da Eşref şampiyon olurdu." Bilmem ki, "bu sözler" birilerinin kulaklarını çınlatıyor mu? "Ben... Ben... Ben..." diyen ve "Benden başkası olmaz" diyen, çalıştırdığı sporcunun da "beynini böyle yıkayan" hocaları gördüğümüz için, Artun Talay'ın "böylelerine örnek olmasını" dilemekten başka çaremiz kalmıyor!. Ve "gene" öğreniyoruz ki; Eşref, Atina Olimpiyatları için Kuveyt'te Özbeklerin ünlü hocası Abduvaliev'le çalışacak. Talay'a da, Eşref'e de başarılar!.. Hayal mi, gerçek mi? Rastladığım Galatasaraylılar soruyorlar; "Kim kazanacak?" Onlara diyorum ki; "Galatasaray genel kurul üyeleri hayale oy vermezler, gerçeklerle kucaklaşırlar!." Bu ne demek? Bu şu demek; "Seçimi Özhan Canaydın'ın kazanacağına inanıyorum, öyle de olması gerek!" Aksi olamaz mı; elbette olur, sandık bu... Son oy sayılana kadar ne olacağı belli olmaz!. Ama böyle bir sonuç, sürpriz olur, macera olur ve... Sonunda da Galatasaraylılar pişman olur!. Ben, "sonucun" sporumuza da, futbolumuza da, Galatasaray'a da "hayırlı olmasını" diliyorum!. TJK'nın geleceği tehlikede!.. Farkında olanlar var, anlatmaya çalışıyorlar ama, çoğunluk adeta "kafasını kuma gömmüş" gibi!.. Denetçiler Raporunda "en hafif cümlelerle" yazılan ve Mâli Genel Kurul'da daha açık anlatılan gerçekler, çok acı: Türkiye'de at yarışları tehlikede ve Türkiye Jokey Kulübü'nün başına "toparlayıcı, birleştirici ve bozulmuş mâli ve idari düzeni yeniden yapılandırabilecek ve yarışların patronu durumunda olan Tarım Bakanlığı ile uyumlu çalışacak" bir yönetim gelmezse, yandı gülüm keten helva!.. Bugün görünen şu; "böyle bir yönetim iş başına gelmezse", yakında TJK'yı ve "at yarışları organizasyonunu" zorunluluk sonucu "kayyuma emanet edebilir"; Tarım Bakanlığı!.. "Kayyum da nereden çıktı" demeyin; "önce 3 daimi denetçi atayan" bakanlık, şimdi de "yönetim kurulunun her toplantısında 3 temsilcisini oturtmaya" hazırlanıyor!. Bu ne demek? "Ben TJK yönetimlerine inanmıyorum" demek, Bakanlık Müsteşarı'nın mâli genel kurulda söylediği "Siz de kendi içinizi temizleyin" sözünün arkasında durulması demek, "Siz içinizi temizlemediniz, ben de gereğini yapıyorum" demek!. Yıllardır TJK üyesi olan, yönetim kurulu üyelikleri, başkanlıklar yapan Ali Doğan Ünlü dostumun, "Divan Başkanlığını yaptığı" mâli genel kurulda çıkıp "şövalyelik yapması, Bakanlığa kafa tutması, vatan-millet-Sakarya nutukları atması" insana "güzel" geliyor da, gerçeklere ters düşüyor!. Bir duayen olarak "kulübün ne hâle getirildiğini" gözler önüne sereceğine, "nelerin yapılması gerektiğini" söyleyeceğine, "kulüp yönetimlerinin TJK'ya yakışır hâle getirilmesini, har vurup harman savrulmamasını, banka borçları ve hacizleri yüzünden üzerine at kaydedip koşturamayan kişilere devletin ve halkın trilyonlarının emanet edilmemesini, bu kişilerin borçlu oldukları bankalardan gizleyerek at sahibi olmalarının ve at alıp satmalarının önünde kalkan gibi durulmamasını, ihalelerin şeffaf olmasını, TJK'nın işlerinin ihalesiz ve keyfi olarak yapılmamasını, özel hayatlarla iş hayatlarının karıştırılmamasını" isteyen Tarım Bakanlığı'nın "uyarılarının dikkate alınmasını isteyeceğine", bu istekleri ortaya koyacak mektupları ve yazıları okutmayarak, saklamaya çalışan ve adeta "isyan bayrağı açmak" yönünde tavır koyan ve konuşan Ünlü'nün "ne yapmak istediğini anlamam" mümkün değil!. Kanun ortada... Yönetmelikler ortada... Sözleşme ortada... İşin sahibi, işin patronu Tarım Bakanlığı... TJK bu işin taşeronu... Denetçilerin açıkça yazdığı gibi istifa eden yönetim ve ondan öncekiler, "kulübü, 2005 yılında at yarışlarının yapılıp yapılmayacağının tartışılacağı bir ortama getirmişler", hiçbir tedbir alınmadan "Lale Devirleri" yaşanmış, nereye yatırım yapılmışsa ve trilyonlar saçılmışsa "büyük zararlar" ortaya çıkmış, "hukuksuz" kısımlar, bölümler icat edilip, paralar ayrılmış, bu bölümle bina-kira alış-verişleri yapılmış, işin sahibi "Ne oluyor" demiş, işe el koymuş, sevgili Ali Doğan Ünlü diyor ki; "Bu olmaz!.." Olur sevgili Ünlü olur, bal gibi olur!.. Eğer akılar başlara alınmaz ve nisan ayı başındaki seçimli genel kurulda TJK'nın başına "güven verecek" bir yönetim gelmezse, daha neler olacağını da "hiç istememekle beraber" yaşayıp göreceğiz!. Bu kulübü, "gelecekteki" bu tehlikeden, "mahkemelere düşmüşlerin" perde arkasından yönettiği ve desteklediği yönetimler kurtaramaz!. Tarım Bakanlığı "TJK'nın başına gelecek yönetimin kimlerden oluşacağına karışmaz" ama "onların yapacağı işlere ya da yapmadıkları işlere karışır" zira "onay mercii" bakanlıktır; "denetim" bakanlıktadır, hatta "sahibi olduğu işi" yani at yarışları organizasyonunu "üye yaş ortalaması İngiliz Lordlar Kamarası'nı geçen" ve üye sayısı 110'u bulmayan, arkasına 50-60 kişiyi alanın "yönetime oturduğu" TJK'dan alıp almama kararını vermeye de yetkilidir ve nitekim "böyle giderse" yakında özelleştirecektir; daha ne olsun?