Son günlerde Avrupa'da yaşanan siyasi, iktisadi ve toplumsal gelişmeler; finansal piyasalar ile reel ekonominin "birbiriyle nasıl ters hareket ettiğini" göstermesi bakımından önemli bir örnek teşkil ediyor. Düz bir mantıkla düşündüğümüz zaman; şirket kârlılıkları ve borsaların yükselmesi, ülkelerin genel refahının artmasına "doğrudan" bağlıdır. İşsizlik oranının azalması, kişi başına gelirin artması, toplumsal refah seviyesinin yükselmesi; finansal piyasaların da istikrarlı bir şekilde yükselmesini beraberinde getirir. Tam tersi bir tablo, "teorik olarak" hem finansal piyasaların hem de toplumsal huzurun, dolayısıyla reel ekonomideki iktisadi canlılığın "aşağı yönlü" hareket edeceğini akıllara getirir. Ne var ki özellikle Avrupa'da, finansal piyasaların hareketi ve reel ekonomi (sokak ekonomisi de diyebiliriz) arasında "bu ne yaman çelişki" dedirtecek türden tezat bir hareket söz konusu.
Önce toplumsal ve iktisadi hayattaki (reel ekonomideki) gelişmeleri hatırlayalım... Geçtiğimiz hafta İtalya'da başlayan, Portekiz'le devam eden sokak olayları artarak devam ediyor. Son olarak İspanya'da gençler açlık grevlerine başladı, bunlara öğrenciler de katıldı. Yunanistan'da zaten protestolar günlük hayatın rutini haline gelmiş. Sebebi ise malum; ülkelerin kemer sıkma politikaları... Maaşlar azalacak, vergiler artacak, zam yapılacak, personel tasarrufuna gidilecek, sosyal içerikli projelerin bütçesi kısılacak vs... Yönetimler kendilerince haklı; sadece Euro Bölgesinin kamu borç stoku almış başını gidiyor, yüzde 90'a dayanmış, bazı ülkelerde yüzde 150'lerde... Avrupalı da kendince haklı, sokaklara dökülüyor, durumu protesto ediyor...
Peki sokaklar bu haldeyken finansal piyasalarda tablo nasıl? Almanya borsası 9 bin puana dayanmış, tarihî yüksek seviyelerinde. Fransa borsası 5 yılın zirvesinde... İspanya borsası 6 haftada 8 bin puandan 10 bin puana kadar yükseldi. Ağustosta 15 binlerde bulunan İtalya borsası, 19 binin üzerinde... Euro/dolar paritesi ise 1.37'nin üzerine çıkarak iki yılın zirvesinde... Bazı makro verileri hatırlayarak gelişmeleri doğru yorumlayalım. Euro Bölgesi'nde enflasyon, Eylül'de yüzde 1.1 ile son 3.5 yılın en düşük düzeyine indi. Bunun anlamı şu; gelirler düşüyor, vergiler artıyor, o halde talep de azalıyor ve enflasyon bir tehdit olmaktan uzaklaşıyor.
(Tam da bu noktada dikkatlerden kaçmasın; problemli Güney Avrupa borsaları, 2008 krizinden önceki seviyelerinin oldukça altında. Bu durum, "Japonyalaşma eğiliminin Avrupa kıtasında da başladığını" bize gösteriyor. Başka bir yazının uzun bir konusu bu...) Avrupa Merkez Bankası'nın (AMB) bu tabloda eli rahat. Faizi uzunca bir süre düşük seviyede tutacağı biliniyor. Kendisine "yüksek getiri" arayan para da, borsaya yöneliyor. Finansal piyasalar bu yüzden yükseliyor. Hatta son zamanda buna "konut balonu" da eklenmiş durumda... Geçtiğimiz gün Alman Merkez Bankası, ülkede konut balonu riskinden söz etti ve bunun, AMB'nin gevşek para politikasından kaynaklandığını açıkladı. Tam da bu noktada karşıt bir görüş ortaya çıkıyor. Fransa diyor ki; "Daha gevşek para politikasına geçelim. Euro, dolar karşısında değer kaybetsin. Rekabet avantajı kazanalım, ihracatımız artsın ve böylece istihdam oluşturalım!.."
Görüldüğü gibi ekonomiyi idare ederken terazi çok hassas... Bir gerçek daha var ki, artık sokaklar da çok hassas. Sokak şöyle haykırıyor; "İstediğin kadar para bas. Bu paranın faizini de istediğin kadar sıfırda tut. Alıp da geri ödeyemedikten sonra, hatta ulaşamadıktan sonra ne edeyim ben öyle parayı!.. Maaşıma dokunma, başka ihsan istemem!.."