Ah etme zamanı geçmeden!

A -
A +

Ramazan-ı şerif ayı evliya ve ebrar için keramettir. Bazılarına göre Şehr-i Ramazan sadırdaki kalp, insanlar arasında peygamber, şehirler içinde Harem-i Şerif gibidir. Deccal’in Harem-i Şerife girmesi yasaktır. Ramazan-ı şerifte şeytanlar tutukludur! Peygamberler günahkârlara şefaatçi olduğu gibi, Şehr-i Ramazan da oruçlulara şefaatçidir. Kalp marifet nuru ve imanla süslü olduğu gibi, Şehr-i Ramazan da Kur’ân-ı Kerim okumanın nuru ile süslenmiştir. Şehr-i Ramazan’da mağfireti kazanamayan diğer ayların hangisinde mağfiret olunur? Bunun için kul, tövbe kapıları kapanmadan tövbe etmeli, Hakk’a inabe ve dönme zamanı geçmeden inabe etmeli ve dönmelidir. Ağlama ve ah etme zamanı geçmeden ağlamalı, Allah korkusu ile gözyaşı dökmelidir. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:

 

“Kim inanarak ve önemini anlayarak ramazan orucunu tutarsa geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: İnsanoğlunun oruç hariç her ameli kendisi içindir. O sırf benim içindir ve mükafatını da yalnız ben veririm.”

 

Peygamber Efendimizin ramazan ayının faziletini bildiren daha pek çok hadis-i şerifi vardır. Bu itibarla Müslümanlar asırlardır Ramazan-ı şerifi en güzel bir şekilde ihya etmek için sanki birbirleri ile yarışmışlardır. Müslüman beldelerinde hayat Ramazan-ı şerif ayı, en güzel şekilde değerlendirmek için dizayn edilmiştir. Elbette ki hayatın bu dizaynında en önemli husus Rabbe kulluktur, boyun bükmektir, acziyetini göstermek ve rızasını elde etmektir.

 

Bu itibarla Osmanlı toplumunda Ramazan-ı şerif ayında hayat gündüz ve gece dolu dolu geçerdi. Gündüz vakitlerinde tekke ve türbe ziyaretleri, camilerdeki vaazlar, mukabeleler, iftar ve sahur hazırlıklarıyla geçmekteydi. Geceler ise akşam iftarın yapılması ardından bir taraftan dolup taşan camilerde yatsı ve teravih namazları diğer yandan selatin camileri avlularında açılan ramazan sergileri, çocuklar için şenlikler, kahvehanelerde sohbetler, yine dergâh ve türbe ziyaretleri, son derece canlı dinamik sosyal, ekonomik ve kültürel bir hayata sahne olmaktaydı.

 

Bütün bunlarla birlikte ramazan, iftar ziyafetleri, sahur yemekleri, Hırka- i Şerif ziyareti, Kadir alayı, Kadir gecesi, Bayram alayı ve kutlamaları gibi çok sayıda faaliyete ev sahipliği yapması bakımından dinî, sosyal ve kültürel hayatı olabildiğince zenginleştirmekteydi.

 

Maalesef cumhuriyet döneminde bu bütünlük gitgide artarak bozulmuştur. Bilhassa medresenin yerini tutması gereken ilahiyatlar toplumla bütünleşememiştir. Ramazan ayına ait güzellikleri anlatması ve bu hayatı özendirmesi beklenen bazı hocalar, TV’lerde ramazan ayında yaşanması gereken ibadetleri tartışmaktan başka iş yapmamaktadırlar.

 

 

Bid’at ehlinin hazımsızlığı!

 

 

Bid’at ehilleri sadece ramazana değil bütün mübarek günlerdeki ibadetlere savaş açmış gibi çalışmaktadırlar. Bir kısım hocalar kandil günlerinde ve ramazan ayında ibadetleri anlatırlarken, TV’lerde fazlasıyla yer verilen bir kısım hocalar ise bunları bid’at diyerek karşı çıkmaktadırlar. Bunların Mevlid okunmasına dahi tahammülleri yoktur. Her ibadete bid’at diyerek karşı çıkmaktadırlar.

 

Bu tip hocalar yıllardır teravih namazını dahi tartışma konusu yapmaktadırlar. Geçenlerde bu hocalardan Nurettin Yıldız, “Osmanlı Devleti iki rekatlı bir teravih namazı yüzünden yıkıldı” diyecek kadar hazımsızlığını ifade etmiştir.

 

Bu nasıl bir Osmanlı düşmanlığıdır? Geleneksel İslam’a karşı nasıl bir tavır takınmaktır. Elbette Şam’a gidip İbni Teymiye’nin kabrini ziyaret ederek methiyeler düzmek kendisinin nasıl bir fikriyatla beslendiğinin işaretidir. Fakat İngilizlerin asırlarca İslam düşmanlığını görmeyip, “Osmanlıyı iki rekatlı bir teravih namazı yıktı” hezeyanı elbette bunların peşinden gidenlerin gözlerini açmalıdır.

 

Yine günümüzde, geçmişte Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış bazı hocalar âyetlere yeni manalar vermeye çalışırken, bugün Diyanet’in üst düzey kadrosunda yer alan bazıları ise, “aklıma uymayan âyetleri reddederim” diyerek dinde onulmaz yaralar açmaktan geri durmamaktadır.

 

Yıllardır yürütülen mezhep, âlim ve tasavvuf erbabı düşmanlığı, bu hocaları sonunda peygamber ve âyet düşmanlığına kadar götürmüştür. Yıllardır bu bid’at ehli hocaların kıskacında kalan gençlerimiz arasında ciddi oranda "deizm" patlaması görünmeye başlamıştır. Bunların imam hatip okullarında çokça görülmesi ayrıca manidardır.

 

Bir kısım ilahiyat ve imam hatip hocalarının İslam’ı öğretmek ve yaşamaya sevk etmek yerine devamlı bir şekilde dini ve dinî değerleri tartıştırmanın götüreceği nokta elbette farklı olmayacaktır.

 

Bu inkârcılar bir taraftan İslami değerleri yozlaştırmaya çalışırken diğer taraftan toplumun gittikçe dağılmasını da ağızlarına pelesenk kabul ettikleri cemaatlere yüklemekten başka bir iş yapmamaktadırlar. Oysa İslamı ve İslami değerleri tartışmaktan başka iş görmeyen Diyanet ve ilahiyat hocalarının toplumumuza ve gençlerimize ne kazandırdıkları ve neleri kaybettirdikleri artık tartışma konusu yapılmalıdır. Bilhassa şu ramazan ayında TV’lere çıkanların Ramazan-ı şerifin manevi atmosferine ne kattığı değerlendirilmelidir.

 

 

Ramazanda tekkelerin rolü!

 

 

Osmanlı döneminde Ramazan-ı şerifte yükselen uhrevi hayata saray, toplum, medrese dergâh her biri ayrı bir şekilde katkıda bulunurdu. Bilhassa tekkeler ve tekke şeyhleri dinî hayatın en yüksek düzeyde temsilcisi ve teşvikçisi idiler.

 

Ramazanın coşkun manevi ikliminin Müslüman toplumu bütün kesimleriyle sarması, bu ayı hakkıyla ihya etmek isteyen kitleleri dinî, manevi ve batıni bir kuvveye sahip olduğuna inanılan tekke ve zaviyelere doğru sevk ederdi.

 

Zira Ramazan-ı şerif sûfiler için sohbet, ayin, zikir, dua, mukabele, i’tikaf, ziyaret gibi ibadetlerin en yoğun olarak yaşandığı tam bir ibadet ayıydı. Bu ayda tutulan oruç, sûfiler için zahir ve batını kontrol altına almak, nefsi yeme içmeden, geçim ve aşırı derecede dünya derdine düşmekten sakındırmak, bütün azaları günahlardan alıkoymak bakımından önemliydi. Yine sûfilere göre üç çeşit oruç olup bunlar; ümidi azaltarak ruhun, heva ve hevesin tersine hareket ederek aklın, yemek ve haramdan sakınarak da nefsin orucuydu...

 

Aziz Mahmud Hüdai hazretleri (v.1628), Belgradlı Münirî Efendi’ye yazdığı mektubunda “himmet-i kâmil müyesser olması için talibin...” yapması gereken istiğfar, zikir ve namazların miktarını ayrı ayrı belirttikten sonra tarikat ehlinin recep, şaban ve ramazan ayları ile şevvalin altı günü oruçlu olmasının önemini özellikle belirtmiştir.

 

Farklı dönemlerde yaşamış büyük sûfî şeyhlerince yapılan bu tarif ve izahlar ramazan ayının onlar nezdindeki anlam ve mahiyetini açıkça ortaya koymaktaydı.

 

Osmanlı Devleti’nde  sûfîlerin merkezleri olan tekke ve zaviyeler, devlet ve toplum nezdinde teşkilatlı yapıları, dinî ve manevi nüfuzları, icra ettikleri görev ve sorumluluklar nedeniyle son derece önemli ve itibarlı bir konuma ulaşmışlardır.

 

Bu durumun meydana gelmesinde mübarek Ramazan-ı şerif ayının ve diğer dinî günlerin etkisi büyük olmuştu. Ramazanlarda tekke ve dergâhların kapıları başta ihvan olmak üzere halka da açılırdı. Şeyhler dergâhlardaki görevleri dışında cami ve mescitlerde de bu ay boyunca vaizlik, hatiplik ve ders verme gibi görevleri de üstlenirdi. Bu hâl tekkeden camiye doğru ilişkilerin yoğunluğunu artırırdı.

 

Ramazan boyunca özellikle teravih namazları için cami ve mescitlerin dolup taşması sûfîlere irşat vazifesi yanında tarikatların sosyal ağlarını genişletmeleri konusunda önemli fırsatlar sunardı.

 

Dolayısıyla ramazan ayı boyunca tekke ve dergâhlara halk da büyük oranda iştirak ederdi. İftar yemeğinden sonra yapılan sohbetler büyük bir alaka ile dinlenirdi. Akabinde cemaatle kılınan teravih namazı ve bu sırada yapılan zikirler manevi atmosferi zirveye taşırdı. Bilhassa gençler ve çocuklar bu atmosferden oldukça etkilenir ve âdeta taze bir hayat bulmuş gibi olurlardı.

 

Devlet adamlarının da bu iftarlara katıldığı çok olurdu. Böylece tekke ve zaviyeler Ramazan-ı şerifte dervişlerin halkın ve devlet adamlarının kaynaştığı mekânlar olmuştur.

 

Bu durum tarikatın mesajının toplumun bütün kesimlerine ulaştırılması bakımından da eşsiz bir fırsat oluyordu. Gecenin sonunda yapılan uzun duanın ise devlet ve toplumun tarikatlara yükleyegeldiği tarihî misyonu göstermesi bakımından önemlidir. Zira bütün bir millet can u gönülden padişahın sıhhati, dîn-i İslâm’ın selameti, idarecilerin şer-i şerife bağlı kalmaları, İslam askerinin her zaman galip ve muzaffer olması, bütün Müslümanların ve hacıların karada ve denizde selametleri için de dualar yapılırken "âmin" sadaları da sanki bütün vatanı sarmış gibi olurdu...

 

 

TEFEKKÜR

 

 

Rükn-i İslam'ın biri ey nîk-nâm

 

Oldu rükn-i rûze-i şehr-i siyâm

 

                                        Nahifî

 

(Ey iyi kimse, İslâm'ın şartlarından biri de ramazan orucu oldu.)

 

 

 

Ahmet Şimşirgil'in önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Rasim Duman21 Mart 2025 19:28

Ellerinize sağlık hocam, sağolun varolun.