Büyük tehlike!

A -
A +

Bir kısım ilahiyat hocalarının “bana Kur’ân yeter” mantığı, sonunda gençliği deizmin pençesine düşürdü!.. Bunu ifade edenler bırakın gençlere İslam’ı sevdirmeyi başarmayı, kendileri İslam’dan kopup gittiler. Bunların yıllardır TV’lerde yaptıkları programlar sonucunda bilhassa dinî mevzularda herkes allame kesilmiştir. Bir âyet-i kerimeyi konuşurken sanki tefsir âlimi gibi bir havayla sunmaktadır. İnternette rastgele bir mealden aldığı âyet tercümelerini hemen paylaşmakta veya heva ve hevesine uygun düşen manayı yaymaya başlamaktadır.

 

Tam bir din cahili olan bazı kişilerin sosyal medyada yaptıkları yorumlar bazen milyonlarca kişi tarafından izlenebilmektedir. Bu ise onları daha da cüretkâr kılmaktadır. Cahil cesur olur fehvasınca kibri de artmakta Allah korusun hem kendilerini hem de kendilerini dinleyenleri felakete sürüklemektedirler.

 

Necmeddin Ömer Nesefî (v. 537/1142) fıkıh, tefsir, kelam ve hadis gibi pek çok alanda büyük bir İslam âlimidir. Karahanlılar döneminde Maverâünnehir bölgesinde yaşamıştır. "Akâidü’n-Nesefî" adlı eseriyle meşhurdur. Onun “et-Teysîr fi’t-Tefsîr” isimli eseri çok kıymetlidir.

 

Eserinin başında Kur’ân-ı kerimin tefsiri hakkında bilgi verirken şöyle demektedir:

 

Bir görüşe göre tefsir muhkemler, te’vil ise müteşâbihler için olur. Bir diğer görüşe göre ise tefsir ilmi halka, te’vil ilmi ise Hakk’a aittir. Hak Teâlâ, “Onun te’vilini ancak Allah bilir” (Âl-i İmran, 3/7) buyurmuştur. Bu, kıyametin ne zaman kopacağı, şartlarının ne zaman zuhur edeceği gibi Allah teâlânın müphem bıraktığı gayba dair konularda böyledir.

 

Âlimler tefsir ve te’vile girişmenin cevazı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bir grup, sahih bir nakil bulunmadıkça Kur’ân’ın hiçbir şey ile tefsiri caiz değildir demiştir. Bu grup Abdullah bin Abbas’ın Hazreti Peygamber aleyhisselamdan naklettikleri şu rivayete dayanırlar: “Kim Kur’ân hakkında re’yi ile konuşursa cehennemdeki yerine hazırlansın.”

 

Yine Hazreti Peygamber aleyhisselam “Kim Kur’ân hakkında re’yi ile konuşup da isabet dahi ederse, hata etmiş olur” buyurmuştur.

 

Hazreti Ebû Bekir’e Hak teâlânın “Meyveler ve otlaklar” (Abese, 80/31) âyetinin tefsiri sorulmuş o da “Eğer Allah’ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem hangi gök beni gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde taşır!” demiştir.

 

Peygamber aleyhisselamın “Kim Kur’ân’ı kendi re’yi ile tefsir ederse...” şeklindeki hadisinin manası, “Kim onu aklına geldiği şekilde yorumlar ve lafızlarının delaletini esas almaz ise, doğruyu bulmuş olsa bile delil konusunda hata etmiştir” şeklindedir.

 

Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki eline bir Kur’ân-ı kerim meali alıp kafasına göre yorumlamaya kalkanlar için çok büyük tehlike vardır. Bunları mutlaka Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsirlerinden almalıdır.

 

Zira Mısır, Irak, Hicaz, Fas Arapçaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerimi anlamak için, şimdiki Arapçayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerimi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlayan, İslam âlimlerinin yazmış oldukları tefsirlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercümeleri okuyan gençler, Kur’ân-ı kerimi, mitolojik hikâyeler, lüzumsuz, faydasız düşünceler, bayağı sözler sanır! Kur’ân’dan, İslam’dan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur’ân tercümelerini sürerek, "öz Türkçe Kur’ân okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’ân’ı okumayınız" demek, Müslüman yavrularının, şehit evlatlarının dinsiz yetişmesini isteyen İslam düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği ve hilesidir. Cenab-ı Hak onların bu fitnelerinden Müslümanları muhafaza eylesin.

 

 

Rabbime sığınırım!

 

 

İstiâze, kötülüklerden Allahü tealaya sığınıp O’ndan yardım isteme anlamında bir terimdir. Kur’ân-ı kerîmde istiâze Allah lafzı ile yedi, Rab ile sekiz, Rahmân ismi ve cin kelimesiyle birer defa olmak üzere on yedi âyette geçmektedir.

 

Kıraat imamlarının ve fakihlerin çoğuna göre istiâze cümlesi, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm”dir (Müsned, VI, 394). Necmeddin en-Nesefî hazretleri tefsirinde, Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı okumaya başlamadan önce söylediğimiz “Kovulmuş̧ şeytandan Allah’a sığınırım” cümlesini şöyle anlatmaktadır:

 

İstiâze kelimesi Allah’a yakınlaşmış olanların vesilesi, havf ehlinin korunağı, günahkârların sığınağı, kaçanların dönüş yeri, muhabbet ehlinin hoşnutluk hâlidir. Bu, Allahü teâlânın “Kur’ân okuduğun zaman kovulmuş̧ şeytandan Allah’a sığın” (en-Nahl 16/98) âyetindeki emrine imtisal edip sarılmaktır.

 

E'ûzü ifadesinin manası “sığınırım, iltica ederim” şeklindedir. Kimileri bunun manasının “korunma talep ederim”, kimileri “yardım dilerim”, kimileri de “imdat dilerim” şeklinde olduğunu söylemiştir.

 

E'ûzü kelimesi, bazı âlimlere göre “güç-kuvvet sahibi olandan koruma talep etmek” bazı âlimlere göre ise “huşû içerisinde yardım talep etmek” anlamına gelir.

 

Kişinin E'ûzü demesi, kendi fiiline dair bir bildirim olup Allahü teâlânın fazl u keremini istemek şeklinde değerlendirilir. Anlamı “Beni koru ey Rabbim!” şeklindedir. Benzer şekilde kişinin “Allah’ın mağfiretini dilerim” anlamında Estağfirullah demesi de “Beni bağışla ey Rabbim!” manasındadır…

 

Bazı inkârcılar şöyle demişlerdir: “Siz Hazreti Peygamber’in ‘Şeytan, içerisinde Kur’ân okunan evden kaçar’ şeklindeki hadisini rivayet ediyorsunuz, bu durumda şeytandan Allah’a sığınmaya ne hacet var ki?” Biz de deriz ki buna pek çok açıdan cevap verilebilir.

 

Birincisi, istiâze bize ibadet kastıyla emredilmiştir. Bu yüzden de böyle bir gerekçe ile emri yerine getirmemek söz konusu olmaz.

 

İkincisi, bu vaat Kur’ân’ı okuyan ve onunla amel eden kimse için söz konusudur. Nitekim Hazreti Peygamber aleyhisselam, “Eğer Kur’ân seni alıkoymuyorsa o zaman sen okuyucu değilsin” buyurmuştur. Kişinin Kur’an ile amel etmesinde daima eksiklikler söz konusu olur. Bu yüzden de hadiste vadedilen şeye nail olduğundan emin olamaz, Allah’tan korunma talep etmekten müstağni kalamaz.

 

Üçüncüsü, şeytan onu bu kararlılıktan yani Kur’ân okumaya başlamaktan vazgeçirmeye çalışır, insan da istiâze ile şeytanı defeder. Şeytanın insanın hâlini ifsat etmek için en çok çaba gösterdiği an, onun Rahman ile mükâlemeye (konuşmaya) yöneldiği andır. Bu itibarla insan derhal istiâze okuyarak onun şerrini defetmeye çalışır.

 

Dördüncüsü, istiâzeden maksat, Cafer es-Sâdık’ın şu sözünde ifade ettiği husustur: “Sığınmak, Kur’ân okumayı tazim etmek üzere ağzın yalandan, gıybetten, iftiradan temizlenmesi ya da Kur’ân-ı kerim vasıtasıyla Allah ile konuşmak için izin talep etmektir.”

 

 

Kulluğun tamamlanması!

 

 

Ömer Nesefi hazretleri tefsirinde inkârcı kimselerin yoldan çıkarma taktiklerine de tek tek cevap verir. Ona göre bazıları şöyle derler: “Madem Kur’ân okurken Allah’a sığınıyorsunuz, o zaman neden hata, unutma ve isyan hâline düşerek imtihan edilme söz konusu oluyor?”

 

Buna şöyle cevap veririz: Allahü tealaya sığınıldığı zaman Allah’ın kişiyi koruması, kulun takvâ, tezekkür yani Allah’ı hatırlama, zikretme ve basiret üzere olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, “Şüphe yok ki takvâ sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman tezekkür ederler sonra hemen basiret sahibi olurlar” (el-A'râf 7/201) buyurmuştur. Bu şartları ihlal eden kimse söz konusu vaade nail olamaz.

 

Yine şöyle demişlerdir: “Şeytandan Allah’a sığınmakta Allah’tan başkasından duyulan korkunun açığa vurulması söz konusudur, oysa bu, kulluğu ihlal eder!” Buna cevaben deriz ki: Düşmanı düşman bellemek muhabbetin tahkikidir, Allah’tan başkasından firar edip Allah’a sığınmak kulluğun tamamlanmasıdır. Allah’ın emrine sıkıca sarılmak, O’na itaat takdim etmektir. Allah’tan korkmayandan korkmak meskeneti (acziyeti) izhar etmektir, Allah’a sığınmak O’nun lütfuna el açmayı pekiştirmektir.

 

Yine istiâze, kişinin sütün kuvvet ve kudret iddiasından vazgeçip teberri etmesi demektir. Buna göre istiâze okuyan kimse sanki şöyle demiş olmaktadır: “Şeytan kendi aslına ve fiillerine bakıp ona göre hareket ettiği için helak oldu, ben de onun gibi olmaktan teberri edip uzak durup Allahü tealaya sığınıyorum.”

 

Nihayet istiâze hürmetkâr olmaktır, nitekim Allah hürmetkâr olanları sever. Nasıl bir baba, evladının kendisine karşı hürmetkâr olmasını isterse Allah da kulunun kendisine karşı hürmetkâr olmasını ister.

 

 

TEFEKKÜR

 

 

“Yâ Rab hemîşe et lutfunu reh-nümâ mana 

 

Gösterme ol tarîki ki gitmez sana mana

 

                                                            Fuzûli

 

(Ya Rabbi lütfunu her zaman bana yol gösterici kıl. 

 

Sana ulaşmayan yolu bana gösterme.)

 

 

 

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil'in önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Sadettin Kılınç 14 Mart 2025 20:43

Elinize sağlık

Emel Atalay14 Mart 2025 05:23

Allah razı olsun hocam