Kıbrıs sorununun çözümü için 1963 yılından beri keç kez "yeni" açılım başlatıldığını, kaç kez önemli kişilerin isimleriyle anılan planlar ortaya atıldığını bu konunun çok iyi uzmanları dışında hiç kimse tam olarak bilmiyor. KKTC Cumhurbaşkanı M. Ali Talat ile GKRY lideri Dimitris Hristofyas arasında ekim ayında yeniden başlayan müzakereler de bu uzun ve son derece karmaşık sürecin son halkasını oluşturuyor.
Rum lider Hristofyas'ın 12 Kasımda yaptığı "Kurulması düşünülen ortaklık devletinin niteliği konusunda Sayın Talat'la derin görüş ayrılıklarımız var" şeklindeki açıklaması da apaçık göstermektedir ki, 45 yıldır çözülmeyen sorunların kısa vadede çözülmesini beklemek için hiçbir sebep bulunmamaktadır.
Müzakereler "çözüm" için yapılıyor. Ama problemin ne olduğu baştan ve iki tarafın mutabakatıyla çok iyi tarif edilmezse, aranan çözümün bulunmasının güçleşmesi gayet tabiidir. Kıbrıs'ta olan tam da budur. Tarafların -sadece KKTC ve GKRY'nin değil, aynı zamanda Türkiye'nin de- tanımladıkları problemler birbirlerinden epey farklılık göstermektedir. Kıbrıs Türklerinin büyük bölümü Ada'da kendi siyasi, iktisadi ve sosyo-kültürel haklarının teminat altına alındığı, karar alma mercilerinde eşit temsil edildikleri bir kurumsal çatının oluşturulmasını arzu etmektedirler. Kıbrıslı Rumların büyük çoğunluğu ise, zaten varolan(!) mevcut çatı altında, yani "Kıbrıs Cumhuriyeti" bünyesinde Türklere de bazı haklar verilmesinden yanadırlar. Eşitlikten söz etmemekte, Türklerin ancak nüfusları oranında temsil edilmesini önermektedirler. Rumların arzu ettiği, tamamen kendi mutlak denetimleri altında olacak, Türklere ise azınlık haklarının bahşedildiği bir yapıdır.
Unutmayalım ki, 1 Mayıs 2004 tarihinden bu yana Rumların "tuzu kurudur". İhtiva ettiği tüm olumsuzluklara rağmen bugüne kadar geliştirilmiş en adil plan olma sıfatını hak eden Annan Planı'nı reddetmiş olmalarına rağmen Avrupa Birliği'ne üye olarak alınmışlardır. Rum Kesimi'nin AB üyesi olmasıyla birlikte Kıbrıs sorununa ilişkin alışıldık paradigma baştan ayağa değişmiştir.
Rumlar bir yandan AB'nin Kıbrıs Türklerine "havuç" uzatmasını, dolayısıyla Türk tarafının Rum tekliflerine daha olumlu bakmasını sağlamaya çalışmakta, diğer taraftan da yine AB'nin Türkiye'ye "sopa" göstermesini, böylece Türkiye'nin KKTC'ye baskı yapmasının yolunu açmayı hedeflemektedir. Rumlar bu yolla, kendilerinin istediği çözümü desteklememesi halinde Türkiye'nin tüm AB sürecini bloke edebilecekleri şantajını yapmaktadırlar. Gerçekçi olmak gerekirse, 1 Mayıs 2004'ten beri böyle bir güçleri de maalesef vardır.
Hem Türkiye hem de KKTC hükümetleri sıkışmış durumdadır. Her ne kadar devlet adamları ve siyasetçiler kamuoyu önünde yaptıkları konuşmalarda Türkiye'nin ve KKTC'nin çıkarlarından taviz vermeyeceklerini ifade etseler de, aslında elimiz 2004 öncesinden daha zayıftır. Üstelik, söz konusu olan Türkiye ve KKTC'nin çıkarlarının ne olduğuna dair de her iki ülkede de güçlü bir toplumsal mutabakat yoktur.
Türkiye'nin resmi politikası iki kesimli, iki toplumlu ve Türklerin eşit temsil edildiği bir federal devlet modelinin teşkil edilmesidir. Bu modelin -halihazırdaki AB blokajı göz önüne alındığında- gerçekleştirilmesi son derece zayıf bir ihtimaldir. Rum tarafı bunu sonuna kadar engelleyebilecek siyasi güce sahiptir.
Bu sıkışık durumdan kurtulmanın aslında çok net bir çaresi vardır. Rumların en fazla çekindiği konu, KKTC'nin uluslararası alanda çok sayıda ülke tarafından bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınmasıdır. KKTC'nin tanınması gerçekleşmeden Rumları geri adım atmaya ve "eşitliği" kabule ikna etmek mümkün değildir.
Türkiye 2009-2011 döneminde yapacağı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğinin kendisine sağladığı avantajı da kullanarak, KKTC'nin geniş bir kesim tarafından resmen tanınmasını sağlayabilir. Kosova örneği ortadadır. Sırbistan'dan zorla ayrılan Kosova bağımsızlık ilan edebiliyor ve aralarında ABD, AB ülkeleri ve Türkiye'nin de bulunduğu onlarca ülke tarafından tanınabiliyorsa, kuruluşunun 25. Yılını kutlayan KKTC'nin tanınmaması hangi mantıklı gerekçeyle izah edilebilir. Yeter ki, Ankara bu yönde gerçekten samimi bir gayret göstersin.
Türkiye bugüne kadar yaparmış gibi görünüp de aslında yapmadığı şeyi yapsa ve KKTC'nin tanınması için diplomatik bir taarruz başlatsa işte o zaman adada çözüm için gerçek bir mevzi kazanılmış olur. Her şeye rağmen çözüm olmazsa da, biz önümüzdeki yıllarda yeni yıl dönümleri kutlamaya devam ederiz...iftiharla ve mutlulukla. Bir kez daha doğum günün kutlu olsun Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti.
BLMEDKLERMZ Garanti Andlaşması 16 Ağustos 1960:
Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, İngiltere ve Türkiye'nin bulunduğu Garanti Andlaşması'nın hükümleri üzerinde 1959 Londra Konferansı'nda mutabakata varılmış, andlaşma Lefkoşa'da imzalanmış ve Kıbrıs'ın bağımsızlık tarihi olan 16 Ağustos 1960 tarihinde yürürlüğe girmiş ve halen yürürlüktedir. Garanti Andlaşması'nın I. Maddesi'nde: "Kıbrıs Cumhuriyeti, bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini muhafazayı ve anayasasına saygıyı güvence altına almayı taahhüt eder. Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle hiçbir şekilde kısmen veya bir bütün olarak siyasi ve ekonomik birliğe girmeyeceğini taahhüt eder. Kıbrıs Cumhuriyeti, bununla bağlantılı olarak Adanın gerek herhangi bir diğer devletle birleşmesini gerekse taksimini doğrudan veya dolaylı olarak gerçekleştirmeyi teşvik etmesi muhtemel her türlü faaliyeti yasaklar" denmektedir. Ayrıca Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası I. Kısım Umumi Hükümler 50. Madde'sinde: "Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkan Muavini, Temsilciler Meclisinin aşağıdaki konular ile ilgili herhangi bir kanun veya kararına veya onun herhangi bir kısmına karşı kesin veto hakkına, ayrı ayrı veya müştereken, sahiptirler: - (a)Yunanistan Krallığının ve Türkiye Cumhuriyetinin ikisinin birden katıldığı milletlerarası teşekküller ve ittifak anlaşmalarına Cumhuriyetin katılması müstesna olmak üzere, ..." ifadeleri yer almaktadır.
KIBRIS KRONOLOJİSİ İÇİN TIKLAYIN