Dış politikada geniş açı

A -
A +
Dış politikada geniş açı

Bir ülkenin geçmişi, onun mevcut dış politikasını iki yönlü etkiler. Komşularıyla, bölgesindeki ülkelerle ve küresel aktörlerle geçmişte yaşadığı olumlu ilişkiler, bugünkü ilişkilerine de yapıcı bir çıkış noktası teşkil ederken, geçmişteki savaşlar, yıllarca devam eden anlaşmazlıklar, birbirlerini suçlayıcı iddialar ise günümüze sorunlarla dolu bir ikili ilişkiler gündemini miras bırakır. Tarihi yapan da, yazan da insandır. Tarihte meydana gelmiş olayı, sebeplerini ortaya koyarak sorgulayan ve onu bir tarihsel olguya dönüştüren tarihçidir. Ama tarihçi umumiyetle sübjektiftir. Kendi inançları, yaklaşımları, duyguları ve ideolojisi ister istemez ele aldığı konuyu kendi perspektifinden incelemesi sonucunu verir. Böyle olunca da, tarihçi bazen tarihsel gerçekliğin ötesine geçerek, kendi ülkesinin şimdiki ihtiyaçları veya ülkesinin yöneticilerinin kendisinden beklentileri çerçevesinde geçmişi yorumlar. Buna "tarihi saptırmak" denir. Birçok yöntemi vardır: Bazı belgeleri göz ardı etme, bugünün değer yargılarıyla, geçmişteki olaylara dair hükümler çıkarma, münferit olayları genele teşmil ederek, bir milleti topyekûn zan altında bırakma gibi... DERS KİTAPLARI ÇARPITIYOR 20. yüzyıl birçok ülkede Türkiye'yle ilgili tarihsel gerçeklerin kasten saptırıldığı bir asır olmuştur. İmparatorluğumuzdan doğan çok sayıda ülke, kendi milli benliklerini inşa etme sürecinde, "biz" duygusunu oluştururken, "öteki" yerine hep Türkleri ve Osmanlı Devletini koymuşlardır. Sırbistan'dan Romanya'ya Balkanlar'da okutulan tarih ders kitapları ile Türkiye'deki kitapları aynı konular açısından karşılaştırsanız hayrete düşersiniz. "Devşirme" usulü, bizim kitaplarımızda, "reayaya fırsat eşitliği getiren, bir gayrimüslim köylü çocuğunun vezir-i azam olmasına imkân tanıyan bir politika" olarak tarif edilirken, aynı husus bir Sırp tarih kitabında, "küçük yaştaki çocukların zorla annelerinden koparılarak köleleştirildikleri, zalimane bir eylem" olarak tanımlanır. Aynı durum Arap dünyası için de geçerlidir. Bilhassa Nâsır'ın 1950'lerde Mısır'da öncülük ettiği ve kısa sürede tüm Arap coğrafyasına yayılan bir anlayışa göre, Arapların geri kalmasının sebebi Türklerdir. Birçok bağımsız Arap tarihçisi bugün, söz konusu iddianın aksine kitap ve makaleler yazsa da, Fas'tan Suriye'ye Arap milli eğitim sisteminde okutulan tarih kitapları hâlâ aynı bakışı muhafaza etmektedir. İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım; durum sanki bizde çok mu farklıdır? 1930'lu yıllarda biçimlenen resmî Türk tarih tezinde, Araplar, Birinci Dünya Savaşı'ndaki Şerif Hüseyin İsyanı sebebiyle "hain" ilan edilmiştir. Osmanlı ve İslam dönemlerinin tarihsel gerçekliği ekseriyetle inkâr edilmiş, hâkim ideolojiye uygun şekilde, pagan döneme ait Anadolu ve Orta Asya kültürü kutsanmıştır. 1970'lerden itibaren ise, "Türk'ün Türk'ten başka dostu olmaz" sloganına paralel olarak, Türkiye'nin düşmanlarla kuşatılmış bir ülke olduğunun altı çizilmiştir. "Çevremizdeki herkes düşmandır." "Bütün ülkelerin Türkiye'de gözü vardır." Tarih dış politikanın oluşumunu işte bu noktada doğrudan etkiler. Türkiye'de yıllarca "tüm dünyanın ülkemize karşı husumet hisleriyle dolu" olduğu telkiniyle yetiştirilen nesiller, ister istemez bölgemizi ve dünyayı, "savunma" refleksi ile görmeye alışmışlar, komplo teorisyenleri hiç hak etmedikleri ölçüde, Türkiye'de itibar görür hale gelmişlerdir. Uluslararası iş birliği, komşularımızla sorunlarımızı ortadan kaldırma, bölgemizin dışında da varlık gösterme gibi dış politikamızın öncelikleri haline gelmesi gereken politikalar uzun yıllar boyunca göz ardı edilmiş, sınırların ötesinde en küçük bir aktivite "maceracılık" olarak nitelendirilebilmiştir. Dahası, devletin en üst kurumları "ulusal çıkarı" her zaman için "tehditleri ortadan kaldırma" açısından tarif etmiştir. Hâlbuki "ulusal çıkar" tehditlerin ortadan kaldırılmasının ötesinde, "fırsatların değerlendirilmesi" olarak da görülmelidir. Yıllar boyunca tehditlere odaklanan -onları da bir türlü tam olarak bertaraf edemeyen- bürokratik elitimiz, fırsatlara da gereğinden fazla bir temkin hissi ve apaçık bir şüphecilikle yaklaşma âdetinden vazgeçememiştir. Bu şüpheciliğin ötesinde, Türk dış politikasına yeni bakış açıları getirmeye çalışan birçok kişi de, müşterek zihinsel yapıya sahip bürokratik-akademik-siyasî oligarşi tarafından sistematik olarak etiketlenmişlerdir. Türk dünyasıyla yakın iş birliğinden mi söz ediyorsunuz, malum zümre sizi derhal "Turancı" ilan ediverir. "İslam ülkeleriyle iktisadi ilişkilerimizi güçlendirelim" mi diyorsunuz, işte şimdi de "hilafetçi" oldunuz. Avrupa Birliği'ne girmekten yana iseniz, "ulusal egemenliğe karşısınız". Rusya, Çin ve Hindistan'la yoğunlaştırılmış iş birliği "sadece hayalciliktir". Bölgemizde söz dinleten ülke olmaktan yanaysanız, "siz muhtemelen Yeni Osmanlıcısınız". Bütün bu etiketlendirmeleri yapanlar için bulunmaz nimet, yıllar yılı dışarıya karşı ön yargılarla dolu sözde tarihsel bilgilerle yetiştirilmiş, "öküz altında buzağı aramayı" âdet haline getirmiş bir kamuoyudur. Bu zümrenin en çok kullandığı cümle, "görmüyor musunuz, bize bunlar geçmişte ne hainlikler yapmışlar?"dır. Yanlarına şartlanmış köşe yazarlarını, diplomatik konularda bilgi sahibi olmasalar da, cüretkâr fikirlere sahip bazı siyasetçileri, en önemlisi de "ret et, rahat et" ifadesini mesleki düstur haline getirmiş bürokratları alarak Türk dış politikasının gündemini, Türkiye'nin sınırlarının bir karış ötesinde tutmak için olağanüstü çaba gösterirler. GÜCÜMÜZÜ KEŞFEDELİM Bazılarımız unutsa ya da inkâr etmeye çalışsa da, Türkiye bir imparatorluk bakiyesidir. Nüfusumuzun yarısı, imparatorluğumuz parçalanırken bugün sınırlarımız içinde olmayan topraklardan göçüp gelmiştir. Etrafımızdaki her ülkede, bu insanlarımızın akrabaları olan evlad-ı fatihan yaşamaktadır. Kimliğimiz, emperyal bir kimliktir. Bu topraklarda yaşayanlar dünyaya, bir Bulgar, bir Meksikalı, bir Koreli gibi dar açıyla bakmaz; bakamaz. Türk insanı hem Avrupalı, hem Orta Asyalı, hem Akdenizli, hem Karadenizli, hem Orta Doğulu, hem Balkanlı, hem Kafkasyalıdır. Bu bir kimlik bunalımına yol açmaz, aksine bölgemize ve dünyaya ön yargısız bakışımızı kuvvetlendirir. Ulusal çıkarlarımız, öncelikli olarak Viyana'dan Doğu Türkistan'a, Kırım'dan Yemen'e çok geniş bir coğrafyada var olmayı gerektirir. Milletimiz yüzyıllarca bölgemizi yönetmeye alışmıştır. İdare etme, bugünden yarına kazanılabilecek bir haslet değildir. Türkiye, bölgesini yönetme konusunda kıskanılacak bir müktesebata ve olağanüstü bir potansiyele sahiptir. Küreselleşmenin getirdiği imkânlar, bu alanın ötesinde de fırsat alanları oluşturmuştur. Bölgesel aktörlükten küresel güç olma mertebesine sıçrayış ancak dünyaya geniş açıdan bakmayı maceraperestlik sayan anlayışların tamamen ortadan kalkmasıyla mümkün olabilecektir. Keşke bizler, dışarıdan Türkiye'yi tahlil edenlerin yarısı kadar gücümüzün ve önemimizin farkında olabilsek.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.