Neredeyse 25 yıldır uluslararası ilişkilerde telaffuz dahi edilmeyen konuları son birkaç ay içinde çok sık duyar olduk. ABD ve Rusya arasında bir türlü dinmeyen gerilim, nükleer çatışma söyleminin kullanılmaya başlamasıyla başka bir boyuta taşınmış oldu.
İnsanlar üzerinde iki kez, 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’de, kullanılan nükleer silahların ne kadar büyük ve onarılması mümkün olmayan tahribata sebep olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok. En azından büyük devletler arasında bir çatışma aracı olmaktan çıktığı düşünülürken, atom bombası, nükleer başlık, orta menzilli-kıtalararası nükleer füze, nükleer denizaltı, taktik nükleer silah vb. kavramların küresel siyasetin aktörleri tarafından tekrar kullanılmaya başlanması birçok başkentte tedirginliğe sebep oluyor.
Nükleer silahların kullanılmak değil, kullanılmamak üzere üretildiği söylenir. Bir bakıma doğrudur. Zira nükleer silahları bulunan bir hasımla nükleer çatışmaya giren bir ülkenin, karşı tarafa verdiği zarar kadar kendisinin de zarara uğrama ihtimali vardır. Bu sebeple, iki kutuplu dünya düzeninin var olduğu yıllarda Batı ve Doğu blokları askerî stratejilerini oluştururlarken, nükleer silahların kullanılmasını en son başvurulacak seçenek olarak tanımlamışlardı. Nükleer silahların varlığı caydırıcılığın da yeniden tanımlanmasına yol açmıştı. Bir ülkenin sahip olduğu nükleer silahların miktarı ve tahrip gücü kadar, bu silahları hasımlarına karşı kullanma vasıtalarına sahip olup olmadığı da önemliydi. Keza, düşmanın nükleer silahlarına karşı hava savunma sistemleri ve koruma kalkanlarının geliştirilmesi de son derece önemli hâle gelmişti...
Uzunca bir süredir Batı ülkeleri için nükleer tehdit ortadan kalkmış olduğundan, sivil halkın bu tür çatışmalardan daha az zararla çıkmalarını temin edecek önlemlerde de gevşeme olmuştu. Yaşı müsait olanlar hatırlar. 1980'lerde okullarımızın duvarlarında “nükleer serpintiden nasıl korunulacağına” dair posterler bulunurdu. Yılda en az bir kez yapılan tatbikatlarda, sığınaklara nasıl gidileceği okul çocuklarına öğretilirdi. Bizdeki bu sivil savunma uygulamaları tüm NATO üyesi ülkelerde de benzer şekilde uygulanmaktaydı. Epeydir bunları unuttuk. Kimse evine nükleer saldırıya karşı sığınak yaptırmıyor. Birçok Avrupa başkentinde, nükleer savaş esnasında devlet büyüklerinin çalışmaları ve yaşamaları için inşa ettirilen sığınaklar “küflenmiş” durumda. Unutulduklarından, bütçelere bunların yenilenmesi için kaynak bile konulmuyor. ABD’de, bir kuyruklu yıldızın çarpmasından endişe edenlerin sayısı, nükleer bir savaşın çıkmasından korkanlardan daha fazla...
Böyle bir ortamda, nükleer çatışma ihtimali yükseliyor. Bazı çıkar ve baskı gruplarının, insan nüfusunu en az %20 oranında azaltabilecek bir savaşın çıkmasını özellikle istediklerini, o yüzden Rusya-Ukrayna savaşının da bitmemesi için çaba gösterdiklerini düşünen komplo teorisyenleri az değil.
Neresinden bakılırsa bakılsın, bölgemizi de kapsayan geniş bir alan için nükleer çatışma riski var. Her geçen gün de artıyor. İki kutuplu dönemde, “yanlışlıkla” ya da “yanlış anlama” sebebiyle ABD ile SSCB arasında çıkmak üzereyken son anda önlenen nükleer çatışmalar olduğu hatırlandığında, bahse konu riskin neden yüksek olduğu da anlaşılır. Ekim 1962’deki Küba Füze Krizi’nin tam da 60. yıl dönümünden geçerken, dünyanın topyekûn bir termonükleer felaketin eşiğine nasıl geldiğini tekrar hatırlamalıyız. Aynı zamanda krizin nasıl çözüldüğünü de hatırlayıp, bugünkü durumdan kurtulabilmek için dersler çıkarmalıyız.
Küba Krizinden çıkış, ABD ve SSCB arasında doğrudan diyalogla mümkün olmuştu. Ülkelerinin çatışmaları hâlinde dünyanın yaşanmaz hâle geleceğini gören Kennedy ve Khrushchev, pazarlık yaparak geri adım atmışlardı. Sovyetler Küba’dan, Amerikalılar da Türkiye’den füzelerini çekmişti. En önemlisi, her iki lider de varılan sonucu kendilerinin zaferi olarak ilan etmişti.
Günümüzde de nükleer bir çatışma riskinin ortadan kaldırılmasının yolu Moskova ile diyalog kurmaktır. Putin’e “onurlu bir çıkış” formülü sunulmadıkça nükleer çatışma riski ortadan kalkmaz; “kazayla” nükleer savaş çıkma ihtimali de varlığını devam ettirir. Ukrayna’ya Batı tarafından ne kadar yardım yapılırsa yapılsın, Rusların başlarını önlerine eğip, arkalarını dönüp ülkelerine çekilmeleri söz konusu olmayacak. Moskova kendisini başarısız hissettikçe, nükleer terminolojiye daha fazla başvuracak.
Onurlu çıkış, 100 binden fazla insanını kaybettiği söylenen Ukrayna için de savaşın olumsuz etkilerini iliklerine kadar hisseden AB ülkeleri ve ABD için de, Rusya’ya ve Ukrayna’ya bağımlıkları yüzünden zor günler geçiren diğer birçok ülke için de en iyi yoldur.
Türkiye tarafından sürdürülen “ara buluculuk” faaliyetlerinin başarıya ulaşmasının ve bu sayede dünyanın derin bir oh çekmesinin yolu, evvela Vashington ve Londra’nın ardından da Paris ve Berlin’in, “Putin’e onurlu çıkış önerisi” sunulabileceği konusunda mutabık kalmalarından geçer. Herhâlde bu başkentler yavaş yavaş bu fikre alışacaklar. Zira cephede sıcaklık arttıkça, Batı’da evler soğuyor...