*Türkçede hilenin menfi manası vardır. Arapçada hile, çare demektir. Türkçedeki hile, Arapçada "hüd’a" kelimesi ile ifade edilir. “Hile hurda” tabiri buradan gelir...
Türkçeye hariçten giren kelimeler çoğu zaman yeni bir manaya bürünür. Mesela müsaade Arapça “yardım”; serbest, Farsça “başı bağlı” demektir. Türkçede ise bambaşka, hatta zıt manaya kullanılır.
Arapçada hile, çare demektir. Türkçedeki hile, Arapçada "hüd’a" kelimesi ile ifade edilir ve "hile-i hüd’a" tabiri kullanılır. “Hile hurda” tabiri buradan gelir.
Hayattaki bazı zaruretler insanları çeşit çeşit tasarruflarda bulunmaya zorlar. Böylece fert, bazen günah işlemek, hatta inancını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.
Bu gibi hâllerde, dinin gösterdiği başka bir hususî yoldan giderek mesele çözülür. Buna eskiden "hile-i şer’iye" denirdi. Hile-i şer’iye, böyle müşkül vaziyete düşen ferdi kurtarmak ve hareketlerinin meşru dairede kalmasına yardımcı olan çare ve tavsiyeleri ihtiva eder. (İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir)
Bir de "hile-i bâtıla" vardır. Dinî hükümleri kurnazca kullanarak başkasının hakkını iptal etmek; dinin emrinden kaçınmaya denir. Buna şimdi kanuna karşı hile deniyor. Bu ikisini karıştırmamalıdır.
Türkçede hilenin menfi manası bu mevzunun yanlış anlaşılmasına sebep olmaktadır. Hatta İmam Ebu Yusuf hazretleri, hile-i şer’iye yapanların dine uymak hususundaki hassasiyetleri sebebiyle ayrıca sevap da kazanacağını söyler. Hile-i batıla ise haramdır.
Ulema dinin emrinden kaçınmak veya başkasının hakkını iptal etmek için yapılan hileleri gayrı ahlâkî bulmuştur ve buna karşı çıkmıştır. İbn Abidin, “Halka böyle hileler öğreten kimseler hapsedilir” diyor.
Mesele, kulun, dinin sınırları içinde kalmasıdır. Yoksa insan herkesi, hatta kendisini bile kandırabilir; ama Allah’ı kandıramaz.
Hile-i şer’iye usulü, Hanefi ve Şafii mezhebinin esaslarındandır. Fakültede hukuk sosyolojisi hocamız Hamide Topçuoğlu Kanuna Karşı Hile kitabını yazmıştı. Meseleyi çoğu ilahiyatçıdan daha iyi anlamıştı. “Vazifesini müdrik bir avukatın, müvekkilini içinde bulunduğu müşkülattan kurtarmak için ona göstereceği hukuki çare, yani meşru hareket tarzı ne ise, hile-i şer’iye de odur” derdi.
Bir kimse fakirdeki alacağını zekâtına sayamaz. Çünkü zekâtın bir şartı da temliktir. Yani parayı fakirin eline vermektir. Zengin, alacağı miktarındaki zekâtı fakire verir, fakir de bununla borcunu öder. Bu, hile-i şer’iyedir.
Ama bir kimse zekât vereceği bir kese parayı bir çuval buğdayın içine koysa, bir fakire zekât niyetiyle verse, sonra da bu bir çuval buğdayı piyasa fiyatından satın alsa, caiz olmaz. Bu hile-i batıladır. Zira adamın niyeti zekâttan kaçınmaktır; üstelik fakir, paradan habersizdir.
Hile-i şer’iyenin delili Kur’ân-ı kerim ve sünnet-i nebevidir. Sâd suresinin 44. âyet-i kerimesi, bir kabahati sebebiyle hanımına yüz sopa vurmak üzere yemin ettiğinde, bundan kurtulması için Eyyüb aleyhisselama bir çare gösterilmiş, “Üzerinde yüz filiz bulunan bir hurma dalı ile vur, yemini yerine getir” buyurulmuştur.
Buna “Eyyüb ruhsatı” denir. Muhammed aleyhisselam da çok yaşlı bir mahkûmun cezasını infaz ederken böyle hareket etmiştir.
Yine bir gün Resulullah aleyhisselam, kendisine bernî adındaki hurmadan bir miktar getiren Bilâl-i Habeşî’ye bunları nereden aldığını sordu. O da elinde bulunan yedi kilo adi hurmayı verip, bundan üç buçuk kilo aldığını söyledi.
O bunu tasvip etmedi. “Böyle yapma! Satın alacağın zaman hurmayı parayla sat; sonra bu parayla istediğin hurmayı satın al!” buyurdu. Çünkü aynı cins malın birbirine satılmasında, biri fazla olursa fâiz vardır. Bu hadis-i şerif, Buhârî, Müslim, Nesâî ve Muvatta’da vardır.
Ribâ, yani borç verirken daha fazla miktar ödemesini şart koşmak, İslâmiyette yasaktır. Karz yoluyla faizsiz kredi bulamayanlar ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaktır?
Bunun için âlimler çareler göstermiştir. Iyne ve muamele satışı denilen bu çareler, hile-i şer’iyenin tatbikine tipik misallerdir. Ağır bir para darlığının yaşandığı Osmanlı Devleti’nde tatbik edilmiştir.
Iyne satışında, paraya ihtiyacı olan ve karz-ı hasen de bulamayan bir kimseye bir mal veresiye satılır. O da bunu başkasına daha ucuza ve peşin olarak satar. Böylece istediği borcu temin eder. İlk satıcıya da bundan daha yüksek bir miktar borçlanmış olur.
Muamele satışında ise kredi veren kişi, borçluya bir malı yüksek fiyatla veresiye satar. Mesela 100 lira borç verir, bir kalemi, mendili, kitabı, kıymeti 10 kuruş bile olsa, 10 liraya veresiye satar. İslâmiyette kâr haddi yoktur. Bir kimse malını kandırmadıktan sonra istediği fiyata satabilir. Böylece kredi isteyen kişi, 100 lira karzdan, 10 lira da satış akdinden olmak üzere 110 lira borçlanır.
Muamele ile satılacak malın fiyatı, borç miktarının devlet tarafından tespit edilen yüzdesinden fazla olamaz. Fâiz (fazlalık) denilen, ama ribâdan ve bugünkü fâizden farklı olan bu miktarın sınırı, para arzına ve paranın iştira (satın alma) kıymetine göre hükûmetçe tespit olunur.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında %10; Sultan Abdülmecid zamanında %15; Sultan Hamid zamanında çıkarılan 1304/1887 tarihli Murâbaha Nizamnâmesi ile %9 idi.
Kadıların, muamele-i şer’iye yapılmaksızın talep edilen fâize hüküm vermedikleri, mahkeme sicillerinden anlaşılmaktadır. Son zamanlarda Osmanlı bankaları da bu usule göre çalışırlardı.
Meselâ, banka veznesindeki memur, banka sahibinin vekili hasebiyle, elindeki bir kalemi veya saati ya da umumiyetle Kuduri isimli fıkıh kitabını, 100 lira kredi isteyen kimseye 9 liraya veresiye satar, sonra istenilen miktarı borç olarak verir, böylece müşteri bankaya 109 lira borçlanmış olurdu.
.....
(Hile hakkında tafsilat için web sitemde bulunan şu makalemi tavsiye ederim: Eski Hukukumuzda Hile-i Şer’iyyeye Dair.)
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin önceki yazıları...