Dünyada ve Türklerde köy ve şehir hayatı

A -
A +

Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında köylülerin Ankara’daki Ulus ve Kızılay semtlerine girmeleri yasaktı. Âşık Veysel bile elinde sazıyla geliyor ve Atatürk Bulvarı’na sokulmuyordu. Köylü, Demokrat Parti Hükûmeti ile kimliğine kavuştu. Şimdi gelin “Köylü milletin efendisidir” tezini uzun uzun düşünelim!

 

 

 

Türklerin Müslümân olmasından itibaren kurdukları hemen bütün devletler dârü’l-İslâm’dır. Bu safha 932’den geçtiğimiz asrın başına kadar devâm etmiştir. Başlangıç dönemlerinde her ne kadar anayasa yoksa da töreler bu hükümler çerçevesinde idi. 1909 ile 1920 arası devr-i şektir. İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) her ne kadar Hılâfet ve şer’î sisteme karşı gibi görünmese de gelecek için altyapı hazırlığının yapıldığı dönemdir.

 

Türk devletlerinde şer’î uygulamalar yalnız devletlerde değil, Anadolu Beylikleri’nde de devâm etmiştir. Hattâ Şâh İsmâîl zamânına kadar bu Îran topraklarında da böyledir.

 

932’den beri dînî kurallar “yalnız devleti idâre etmek için kullanılmıştır” demek yanlış olur. Müeyyideler mecbûrî yaptırımlardır. İslâmiyeti hayâtına tatbîk edenler için müeyyideler ya sözlü ya da yazılı uygulamalardır. Hâlbuki İslâmî uygulamalarda halkın şuurlu veyâ şuursuz uyguladığı sistem “örf”lere dayanır. Örfler şer’î hukûkun önemli ayaklarından biridir. Okuma yazması olmayan insanlar veyâ şehir dışlarında (belde) yaşayan kırsal alanlarda (sahra) yaşayan için yazılı kânunlarla sözlü kânunlar arasında uygulanış farkları vardır. Çünkü beldevî (şehir) hayâtı ile, sahravî (köy) hayâtı birbirine hiç benzemez. Kalabalık yerlerin sosyal ve karmaşık düzeni, birbirinden kopuk yaşayan sahra (daha ziyâde yayla ve mezraa) düzeninden çok farklıdır. Sahra ve mezralarda merkezî otorite ile bağlantı yok denecek kadar azdır. Köylerde ise örfler yazılı müeyyidelerden daha geçerlidir. Şehirlerle bağlantılı olan köylerde giderek kentleşme başlayınca töreler de yerini yazılı müeyyidelere terk etmeye başlamıştır. Önceleri köylerde hırsızlık, ırz, nâmus ve kavga daha azken şehirleşme süreci olan köylerde bu düzen hızla zedelenmiştir. Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit’in “köykent” projesi ABD’de uzun yıllar uygulanan bir proje gibidir ama o da bizde yanlış anlaşılmıştır. ABD’de yaşayan halk üç gruptur: Kentli, köykentli, geniş anlamda çiftçi.

 

Dünyada ve Türklerde köy ve şehir hayatı

BATI’DA VE BİZDE KENTLEŞME FARKI VE KÖYLÜLÜK

1760’larda Büyük Britanya’daki Sanâyî Devrimi 1820-1840 yılları arasında kıta Avrupası’na ve ABD’ye de yayıldı. ABD’de halk sanâyî devrimi ile yerleşim alanlarında da değişime gitti. Şehirlerde yaşayanlar, dolar zenginleri, Sicilya mafyası, mâden sâhipleri; çevreden 15-20 km şehir dışında yaşayan, bahçe içi müstakil evlerde oturan fakat şehir hayâtını sâde iş çevreleri için kullanan zenginler; tarım alanlarının bolluğu yanında ve buna ilâveten 1850’li yıllarda Batı Virginia ve Pennsylvania’da petrol bulunmasıyla makineleşen tarımla zengin olan çiftçiler, diğer yandan geniş otlakların olduğu bölgelerde Michigan vs. yerlerde hayvan çiftlikleri kurarak zengin olanlar diye sınıflayacağımız kütleler türedi.

 

İngiltere’de Cardif kömür mâdenlerinin bulunmasıyla insanlar sefâlet ve köleliğe itilirken, bunların sırtından zengin olan İngiliz soyluları ve Almanya’da Ruhr Havzası sanâyî bölgesinde başlayan yepyeni bir işçi-patron ayrışımını doğuruyordu. Burada da kol gücü işçisi ile sanâyici zenginler arasında sınıf ayrımı derinleşiyordu.

 

Dünyada ve Türklerde köy ve şehir hayatı

 

Türkiye’de cumhûriyetle başlayan ilk dönemlerde sanâyi ve genel şehirleşme olmadığı için halkın %80’i köylerde yaşıyordu. Tarım arâzileri geniş olmakla birlikte modern ziraat olmadığı için verim fazla değildi. Buna rağmen nüfus oranı îtibâriyle köylü doyuyor şehirlere de yetişmeye çalışıyordu. Özellikle 1950’lerde başlayan hızlı sanâyileşme hamleleri köylüyü yavaş yavaş şehirleşmeye itiyordu. Tarlasını satan, şehir sefâletine saplanıyordu. Şehir banliyölerinde bulunan bahçe tarımı arâzileri bir bir yok oluyor, yerine derme çatma düzensiz ve zevksiz bir şehirleşme başlıyordu. Köyünden kopup sırtında yorganı ve tahta bavulu ile hiçbir güvencesi olmayan köylüler gündelik işlerde çalışmak için oradan oraya koşuyor; ev, bark ve çoluk çocuğundan uzak bir mâcerâ gibi olan hayâtını böyle sürdürürken, siyâsî sû-iistîmallerle yapılan bir garip gecekondu şehirleşmesi başlıyordu.

 

Bu durum, dünyânın sanâyileşme devrelerindeki nüfus atığıydı. ABD’de Harlem River Park, Harlem Nehri boyunca güneydeki 145 h Street’ten 369 th Regiment Armony yakınındaki 135 Street’e kadar uzanan Manhattan Waterfront Greenway’ın bir kısmıdır. Aralarında bir sefâlet duvarı çizilmiş gibidir. Birinde lüks ve refah, diğerinde açlık, yoksulluk ve sefâlet vardır. Bu Amerika kıt’asındaki hemen hemen bütün Lâtin ülkelerinde geçerlidir.

 

Hızla sanâyileşen Batı’da en geri kalmış yerler bile bir orijinal patente sâhip olmuşlar ve dünyâya seslerini duyurmuşlardır. Harlemlerin dünyâya tanıttığı bir dans akımı olan Harlem Shake, Salsa’nın ve birçok dans akımının doğduğu söylenen bu klipler şarkı eşliğinde Harlem bölgesinde başlamıştır.

 

Bir diğer Harlem patentli realite Harlem Globetrotters’tır. New York kentinde kurulmuş, basketbolu şov ve komedi ile birleştiren bir ekoldür. Takımın adının Harlem olması Afro-Amerikan (Afrika kökenli zenciler) topluluğa yönelik olmasındandır.

 

Jazz (caz) müziğinin geliştirilmesinde ve popüler olmasında katkısı bulunan ve Harlem’de sahne alan Louis Armstrong, Bessie Simith ve Joh Bubless gibi Amerika’nın en popüler sanatkârları Harlem’i parlatmışlardır.

 

Caz müziği esas itibârı ile Afrika ve Amerikan (zenci) müziği karmaşık nota karışımıdır. Halk müziği derecesinde olup atışmalı olarak da söylenir.

 

Burada mes’ele şudur: Amerika’da ezilen ve köle olarak kabûl edilen gerek “negro” (Amerikan kökenli zenciler) veya Afrolar (Afrika kökenli zenciler), 200 yıllık ezilmişliğin acısını Amerikalılara çok ağır ödetmişlerdir. Bu toplumun en popüler sporu olan basketbol, boks ve müzikte âdetâ tekelleşmeye gitmişlerdir. Caz zâten onlara âittir. Rap müziği (Rhytmikq Americ an Poetry) yine protest zencilere âittir. Sonra zenciler siyâsete de el atmışlar en üst siyâsî makamlara, hattâ Başkanlığa kadar yükselmişlerdir. Yânî zenci köleler ve köylüler çok kısa bir zamanda popüler olmuşlardır.

 

Peki ya bizde köylünün durumu nasıldı? 1946’ya kadar köylülerin Ulus ve Kızılay’a girmeleri yasaktı. Âşık Veysel bile elinde sazıyla geliyor ve Atatürk Bulvarı’na sokulmuyordu. (Milliyet, 11.01.2010)

 

Ayrıca Türkiye Hükûmeti 2 Kasım 1934 târihinden 6 Eylül 1936’ya kadar geleneksel Türk müziğinin radyoda çalınmasını yasaklamıştı.

 

Bizde köylü ünlü siyâsîler yetişmekle birlikte Türk halk müziği dışında etkili bir kültür faâliyetlerine pek şâhit olamadık. Folklor ve halk müziği son zamanlarda popüler olmaya başladı.

 

Şimdi gelin de “Köylü milletin efendisidir” tezini uzun uzun düşünelim.

 

Amerika köylüsünün yükselişini Türk köylüsü ile kıyaslayın. Köylü DP Hükûmeti ile kimliğine kavuşmuştur.

 

Sanâyileşmenin hızlanması ve özellikle de petrol sâyesinde makineleşme artınca başta Almanya, İngiltere ve Fransa’da otomobil üretim ve ihrâcatı ve diğer sanâyi mâmulleri satışı ile de çalışan insan gücü ülkelerine yetişemez hâle gelince dış ve az gelişmiş ülkelerden işçi alımları başladı. Bu sâyede dünyâ vatandaşlığı denen modern vatansızlık süreci hızlandı. Victor Hugo’nun 1843’te söylediği ve T. Fikret’in de “Haluk’un Âmentüsü”nde terennüm ettiği “Milletim nev’-i beşer, vatanım rûy-i zemîn” sözü vatan ve millet hattâ milliyet duygularını da iptâl ediyordu. Bu söz Batılı hümanistler için normal olabilir; ama bizde aslâ! Hazret-i Peygamber’in “Vatan sevgisi îmandandır” hadîs-i şerifi, Mevlânâ hazretlerinin “Mesnevî”sinde ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât-ı şerîfe”sinde de geçmektedir ki şüphe etmemek lâzım. Batılı için vatansızlık ve milliyet belki pek önemli değildir ama bizim için basit gibi görünse de çok sinsi ve mânâlı sözlerdir. Amaç, Türkleri vatan, millet, milliyet ve din duygularından soyutlamaktır.

 

 

KLÂNLARDA VE BOYLARDA MAL SEVGİSİ

Küçük topluluklarda mal mülk sevgisi birinci plânda değildir. Her ne kadar mal ve mülklerin korunmasında “mana” (eski dinlerde gizli güç) önemli rol oynasa da hemen hemen hiç olmayan malların korunması esas îtibâriyle törelerle ilgilidir. Bu bir kanaat değil, yaşayış tarzıdır. Tarım topluluğu olmayan yerlerde, toprak sâdece vatandır; savaşlar da bu toprak yâni vatan için yapılır.

 

Yerleşik hayâta geçmeyen göçebe toplumlarda (göçebe=göç oba) tarım olmadığı için başlangıçta avcılık geçerli idi. Göktürk Âbidelerinde bu net bir şekilde işlenmiştir:

 

“Kiyük yiyü tabışkan yiyü olurur ertimiz. Bodun boguzı tok erti.” (Geyik ve tavşan yiyerek otururduk. Milletin boğazı toktu.) (Prof. Dr. Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, T.G.1, s, 92, Boğaziçi Yay. İstanbul, 1986)

 

 

KOYUN ESKİ TÜRKLERDE VAR MIYDI?

Eski Türklerde tarım, davar ve mal (küçükbaş ve büyükbaş hayvan) faâliyetlerinin başlama zamanlarında ihtilâf varsa da özellikle hayvan beslemenin hangi Türk boyunda başladığı tam kesin değildir. Türklerin en evvel ehlîleştirip kullandıkları hayvan, attır. Çünkü savaşçı bir kavim olan Türkler av ile geçimlerini sağlarken savaş ve ulaşım için “at” olmazsa olmaz cinsindendi.

 

Türklerde koyunu ilk defâ kullanan kavmin de net olmamakla birlikte bâzı târihçiler “Hiyung-nu’lar (Hiung-nu) olduğunu söylerler. Kunlara (Hunlara) Çinliler Hiyung-nu demişlerdir. Zâten Türkçe başlangıçta “h” harfi yoktur. MÖ 3. yy ile MS 1. yy’da Doğu Avrasya bozkırlarında yaşayan ve Asya Hunları’ndan bu göçebe kavmin küçük kabîle federasyonu olan muhtemel adı açılım olarak “konylu” (koyunlu) olabilir. Zâten eski kavimlerde de en eski hayvan adlarından biri de “koyun”dur. “ET.de koy-koyn-koyın”; Türkmen T. koyın; Osm. ve Kırım T. koyun; Kazak, Kırgız, Özbek ve Özbek T. koy; Başkırt T. kuyın; Âzerî T. goyun diye geçer.

 

Ayrıca Türk olmayan kavimlerde de Moğolca konin; Tunguzca köniksa; Kore köy; Fin kainalo şeklinde geçer. (Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, A-N, c. 1, TDK, Yay. S. 549 Ankara 2007)

 

Demek ki dünyânın hemen her yerinde bilhassa Türklerle irtibatlı olan kavimlerde “koyun” kelimesi benzer şekillerde kullanılmıştır.

 

Eski kavimlerde hayvanlarla irtibatlı adlar 12 hayvanlı takvimlerde de görülür. Nitekim “Tunghu” kavim adının mânâsı eski Moğolların hepsini ifâde eden Tung-hu sözü için başlıca iki mânâ verilmektedir: Eğer bu deyim Çinceden aynen tercüme edildiyse “Doğu Barbarları” mânâsına gelirdi. İkinci bir fikre göre bu kavim adı “Tung-hu”, “Tunguz” veyâ Türkçe “tonguz=domuz” anlamlarındadır. (Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, 1. C. Kültür Bak. Yay. Kültür Eserleri / 46, s. 170, Ankara 1991)

 

Türklerin davar (küçükbaş) hayvanlarla uğraştığının en büyük delillerinden birisi de Oğuz Boylarından Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Karakeçili adlarıdır.

 

Çin kaynaklı olduğu bilinen 12 hayvanlı takvimde de koyun ve domuz da vardır.

 

Şu konu çok dikkat çekicidir. Tunguz kavmi “domuz”la irtibatlı olup Türk Hunlar Hiyung-nu (kony, koyn, yoy) adlarıyla yâni koyunla münâsebettardır. Ve yine Türkler târih boyunca hiç domuz eti yememişlerdir. Yurt veyâ çadırların sıcak ve soğuğa karşı en elverişli yalıtım maddesi olmasına rağmen domuz derisini hiç kullanmamışlardır. Bunun için avladıkları geyik derileri, sonrasında koyun keçi ve daha sonra sığır derisi gönlerine dahi oturmamışlardır. Moğollar Hristiyan olmadan da sonrasında da domuz eti yemişlerdir. Bu hassâsiyet sâdece İslâmiyetle ilgilidir. Demek ki atalarımız başlangıçtan beri İslâmiyet’e yatkın olarak yaratılmıştır. Bugün Orta Asya’da, Müslüman olmayan Türk Gagavuz ve Çuvaş Türkleri domuz eti yemektedirler. Karay Türkler Mûsevî olduklarından onlar da domuz eti yemezler.

 

Bir diğer mühim konu da şudur: Avrupa’nın bize “barbar” demeleri eski Çinlerin Tung-hular için Doğu Barbarları demelerine bağlıdır. Tung-hular yânini Tunguzlar zâten Türk değildirler. Ural-Altay dil gruplarından Moğol-Mançu-Tunguz dil birliği sâdece yapısal bir benzerliktir; kavimlerle münâsebeti yoktur.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Yalınız Efe 3 Haziran 2024 09:54

XIX. yüzyılda Avşarların yerleşik hayata geçmesi sancılı olmuş. Dadaloğlu, "Hakkımızda devlet etmiş fermanı/Ferman padişahın kardaş, dağlar bizimdir!" dizeleriyle bunu dile getirmiş.