Yiğit düştüğü yerden kalkar

A -
A +

Çölde İslâm pınarını fışkırtan Rabb’im, bizi bu İslâm bayraktârı Türk atalarının yüzü suyu hürmetine eski şanlı mâzîmizin bir kısmına bile döndürse zafer yine bu azîz milletin olacaktır. 3000 yıldır Çin, Hint, İsrâil, Japon eski gelenekleriyle modern dünyânın vazgeçilmez ekipleri olmuşsa, biz de neden atalarımızın şanlı mâzîsine uyum sağlayarak dünyânın en modern milleti olmayalım?

 

Haydi, yiğit ve asîl Türk milleti! Rabb’inin va’dinin hakk olduğunu bil ve düştüğün yerden kalk! Sâde biz değil, bütün İslâm âlemi de bunu bekliyor.

 

 

 

Türk âile yapısında büyükler âdeta kânun koyucu hükmündeydiler.

 

 

 

 

 

Felâketler, zilletler, rezâletler öyle yavaş ilerler öyle gizli gizli gelirler ki anlamak ve tedbir almak mümkün olmayabilir. Sel, heyelân ve zelzele gibi habersizce çöker, yıkar geçer. Sonrası âh-ü feryâd, ama ne fayda!

 

Türk milletinin asırlardır süregelen fıtrî (doğuştan) bir ahlâk yapısı vardır. Bunun spontane eğitim mekânı ise şüphesiz sağlam bir âiledir. Toplum temellerinin yapısı bu eğitimin sürekliliğine bağlıdır. Gerek çadır ve bozkır kültürü, gerekse sonraki yerleşik Türk âile yapısında değişmeyen bir hiyerarşi vardır: Âile büyükleri âdeta kânun koyucu hükmündeydiler. Dedeler ve büyükanneler torunlarıyla meşgûl olurken aynı zamanda eğitimlerini de verirlerdi. Bu eğitimde saygı esastı. Sevgide aşırı gidilmez, çocuk şımartılmaz, ama bütün gözler çocukların üzerinde olurdu. İlk eğitim âilede alınır, dînî hükümler ve gerekleri öğretilir, çocuk kendi anne ve babasının isimlerinden evvel Peygamber Efendimiz’in hayâtını bir hikâye lezzetiyle öğrenir, sonra da bed-i besmele (ilkokula başlarken mahalle imâmının önüne diz çökerek “besmele-i şerîfe ve rabbîyessir”) ile okula ilk uğurlu adımını atardı. Bu yapı bozulmasaydı bu millet aslâ bozulmazdı. Bunu çok iyi bilen Batı ajanları evvelâ âile yapımızı bozdular. Bunun bozulmasının ilk sebebi yabancı kaynaklı okullardır. Bu okullarda gayr-i müslimler okurken giderek Osmanlı aydınları da çocuklarını bu okullara vermeye başladılar. Burada aslen Hristiyan ve ruhban ağırlıklı eğitim alan asîl millet evlâtlarının genleriyle oynadılar.

 

1897’de Osmanlı Devleti’ndeki azınlık okulları ve yabancı okullarının sayıları ve milliyetleri şöyleydi: Rum 4390; Ermeni 851; Bulgar 693; Yahûdî 331; Sırp 85; Romen 63; Katolik Rum 60. Toplam sayı ise 6473.

 

Şimdi anlıyor musunuz neden bu hâle geldik. Başlangıçta azınlıklar için açılmış gibi görünen bu okullarda Osmanlı aydınları kendi çocuklarını okutmaya başladılar. Bu okullarda öğretmenler râhip ve râhibe kıyafetleriyle derse giriyorlar, her sabah derse bir dînî ayinle başlanıyor, her sınıfta mutlakâ bir istavroz asılı oluyordu. (Reşat Nûri’nin Çalıkuşu romanını hatırlayalım)

 

Yiğit düştüğü yerden kalkar

HIZLI BOZULMAYA GEÇİŞ

Toplumları bozan en mühim sebep taklittir. O bozulma dönemi başlamaya görsün. Süreç çok çabuk gelişir.

 

Batı tâlim ve terbiyesi (eğitim ve öğretimi) kendi istikâmetinde milletimizi yönlendirmeye başladı. Şimdi ufak değişmelerle bu eğitim yıllardır devâm ediyor. Mustafa Necâti ile başlayan seküler eğitim ufak değişmelerle devâm etmektedir. Her gelen eğitim bakanı birtakım değişmeler yapsa bile hedeften şaşmış olan oku doğrultamıyorlar. Bu zâten mümkün de değildir. Türk Amerikan Kültür Anlaşması 27 Aralık 1949’da her iki tarafı temsilen Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Fâik Zihni Akdur ve ABD Büyükelçisi George Wadsworth tarafından ABD’de imzalandı.

 

Bu anlaşma Fulbright anlaşmasıdır. Amaç her ne kadar uluslararası gelişme fırsatı sunmak olsa bile esas gâye uluslararası ve Amerikan temel kökenli Evangelist eğitim plânlı bir programdır. Tabîî çok câzip olan bir bursla taçlandırılmış bir anlaşmadır bu Fulbright!

 

Batı eğitimi dünyâ eksenli ve pragmatisttir. İnsanlığa hizmet falan bunlar belki de hep son plândadır. Bunu insanlık anlayacak ama zaman geçmiş olacak. Bugün geliştirilen ne idüğü belirsiz aşılar, uzay araştırmaları ve dünyâ düzenini tek eksenli hâle getirmek isteyen ABD plânları her ülkede bilhassa İslâm ülkelerinde ön plândadır. Bizim eğitim sistemimiz de bu dâire içindedir.

 

Batı eğitim sisteminin ilk amacı âile yapısını dolayısıyla da ahlâkî sistemi dejenere etmektir. Millî olan folklor, edebiyat, müzik ve tiyatroyu uluslararası ajanlarla kültürümüzü bizim olmaktan çıkardılar. Basın ve tiyatro ile başlayan bozuşma hiç düzelmedi diyebiliriz. 1928’de Türk müziğinin hem icrâsı hem de eğitimi senelerce yasaklandı. Ziya Gökalp bile Osmanlı ile bağlantısı olan klâsik ve Türk san’at müziği, şarkı’nın ölmesini, sâdece pop kültürü olan türkünün yaşamasını ister. Zihniyet bu… “Şarkı ölsün yok tasa, Türkülerim söyler yaşar halk dili” Burada amaç türküyü savunmaktan ziyâde klâsik Osmanlı kültürünü imhâ plânıdır; çünkü ‘Dîvân’a bağlı klâsik müzik Osmanlı kokmaktaydı.

 

Açılan Batı kaynaklı konservatuvarlar, opera, bale ve benzeri okullarla Şark kültürümüz târihe gömülürken, gelişen Batı gelenekleri dâhilinde flörtler artıyor, hemen her mekânda alkol alınıyor, asrın felâketi eş cinsellik sıradanlaştırılıyor. Birçok TV programlarında mutlaka bir eş cinsel bulunuyor… Moda programları tekelleştiriliyor. Film ve her türlü san’at ve spor dünyâsında eş cinsel eğilim plânlı bir şekilde parlatılıyor. Muhafazakâr âile çocukları lâik ve seküler oluyorlar.

 

 

BİTEN HAYALLERİMİZ VE HAYÂTIMIZ

Biz ne güzel ne mes’ut bir milletmişiz. Güzel hem çok güzel bir edebiyâtımız, çok üstün bir mîmârîmiz, hassas bir estetiğimiz vardı. Edepten yanakları gül gibi kızaran nâzenin kızlarımız vardı. Kızıl, “kızsıl” kelimesinden gelir. Yâni bu kız yanağı rengidir. Yüz kızarması hayâdandır. Hayâ îmandandır. Hayâmızı, îmânımızı talan ettiler. Âilemizi bitirdiler. Türk milletini bitirdiler. Biz, hâlâ bizi biz zannediyoruz. Biz artık biz değiliz. Ne Göktürk, ne Harezm, ne Selçuklu ne de Osmanlıyız. Kimse aksini iddiâ etmesin, yeni Türkiye’nin yeni milleti yeniden yapılandırılmış bir mutasyondur. İçinde hâlâ Türk ve İslâm olma şerefini yaşatmaya çalışan gayyûr (çok gayretli) bir tâife vardır. “Allâh’tan ümit kesilmez” Müslümanlar 40 kişi ile Mekke müşriklerine kendilerini gösterdiler. Allâh’ın dînine yardım edene de Allâhü zülcelâl ve tekaddes hazretleri de şüphesiz yardım edecektir. Zor mu, çok zor. Çölde İslâm pınarını fışkırtan Rabb’im, bizi bu İslâm bayraktârı Türk atalarının yüzü suyu hürmetine eski şanlı mâzîmizin bir kısmına bile döndürse zafer yine bu azîz milletin olacaktır. 3000 yıldır Çin, Hint, İsrâil, Japon eski gelenekleriyle modern dünyânın vazgeçilmez ekipleri olmuşsa, biz de neden atalarımızın şanlı mâzîsine uyum sağlayarak dünyânın en modern milleti olmayalım? Nasıl Mâverâünnehir’deki atalarımız, fen ve teknolojide dünyâyı aydınlattılarsa, 16. asra kadar nasıl dünyânın en ileri ülkesiysek, neden o mîrâsa sâhip çıkmayalım.

 

Kimse “Atalarımız, fen ve teknikten bîhaberdi, onun için çöktük” demesin. Modern bilimde özellikle astronomide 12, 13, 14 ve 15 yy.lar Türk asrıdır. Zâten medreselerimizde pozitif ilimlere verilen değer azaldıkça biz Batı’nın gerisine düşmeye başladık. “Düşmanın silâhıyla silahlanmak” esastır. Bunu Batı yaptı. Bizden ilim ve teknik alıp kokuşmuş ahlâk düzenlerini bize verdiler. Dünyâ geçici bir mekân da olsa “Dünyâdan da nasibini unutma” Kasas 77. âyet-i kerîmesi mûcibince bu geçici âlemde düşmana eğilmemek için onlarla aynı seviyeye gelmek hattâ onları geçmek gerekir.

 

 

BATILILAŞMADA ORDUNUN YERİ

Eski kavimler devamlı savaş hâlinde oldukları için yaşlı ve çocuklar hâriç eli silâh tutan herkes askerdir. Ziyâ Gökalp’ın “Bütün Türkler bir ordu katılmayan kaçaktır” sözü bir gerçeği yansıtıyordu. Bozkır kültüründe kavimler askerdi. Yönetim ve türevleri hep askerdi. “Tengri dîni”nde ayrıca bir din adamı sınıfı olmadığı için veyâ Şamanizm’de sâdece şaman etrâfında dönen âyinlerde bir dînî sınıf olmadığından diğer gruplar askerdi. Kadınlar asker değillerdi, ama asker gibi eğitim alır, îcâbında toprak savunmasına fiilen katılabilirlerdi.

 

Yerleşik hayâta geçilmesiyle ordu teşkîlâtı daha düzenli hâle geldi. Göktürklerde Moğol askerî sistemi ve Çin’den alınan teşkilat sistemi ordu teşekkülünde öne çıkıyordu.

 

Türkler ordu ve mahallî yönetimde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Abbâsîler ordu ve askerî vâlilikleri Türklere emânet ediyordu.

 

Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletlerinde, hattâ daha evvelinde Karahanlılarda, Gaznelilerde ve Tîmûrilerde yâni Osmanlıya gelene kadar halef selef değişiminde babadan oğula üç halef saymak bile zordur. Osmanlıda 2 tekrarlı 36 pâdişah hep baba evlât silsilesidir. Bu ne demektir? Yönetimde devamlılık esastır. Osmanlı bunun için çok, hem çok büyüktü.

 

Ordu güçlü değilse ne adlî sistem ne mâlî sistem ve diğer birimler ayakta durabilirler. Dar bölgeli devletlerde asker sayısı da kısıtlıdır. Osmanlı Anadolu’dan Avrupa’ya açılınca birden topraklarını fethettiği memâliki (ülkeleri) yönetmekte zorlanmaya başladı. Osmanlının adı Mülk-i Osmânî değil Memâlik-i Osmâniyye’dir. (Tek bir ülke değil ülkeler topluluğudur.)

 

 

DEVŞİRMELER VE YENİÇERİ

Yeniçeri oluşumu Osmanlı devletinin fethettiği topraklardan, özellikle Balkanlardan genç ve yetenekli çocukların toplanması ve bunlara mükemmel bir eğitim verilerek üstün bir asker ve bürokrat sınıfı yetiştirme sistemidir. Öyle ki 1400’lerden 1600’lere kadar bütün sadrıa’azamlar bu ocaktan yetişmiştir. Devşirme bürokratlardan Rum Mehmed Paşa, Velî Mahmûd Paşa, Yûnus Paşa, Rüstem Paşa, Sokollu Mehmed Paşa, Kuyucu Murad Paşa ve Pargalı İbrâhim Paşa gibi nice devlet adamları hep bu sistemden yetişmişlerdir. Her ne kadar çocukların zorla alınmaları ve Müslüman yapılmaları bâzı tenkitlere yol açmışsa da özellikle Arnavutlar ve Boşnaklar çocuklarını hayatta kazanamayacakları mevkîlere ulaşmalarından dolayı memnun kalmışlardır. William Gervase’ye göre bu bölge insanları çocuklarını gönüllü olarak Osmanlıya teslîm etmişlerdir. Bu âileler çocukları vâsıtasıyla birtakım servet ve mansıplara da sâhip olmuşlardır. I. Murad zamânında kurulmuş olan bu ocakta çok sistemli ve titiz defter ve soy kütüğü tescil ve zabıtlarının tutulduğu görülür. Bu evrakta çocuğun doğum târihi, doğum yeri, anne ve baba adının yanı sıra eşkâlleri de kaydedilirdi. Bu kayıtlara “Eşkâl Defterleri” denilirdi. Bu defterlere göre devşirme yaş ortalaması 15,3’tü.

 

Yeniçeri tam disiplinli ve itaatli iken, Osmanlı dünyânın en büyük devleti idi. Bu sistemi mânen elinde tutan başta şeyhülislâmlar ve sadrıa’zamlar menfaat devşirme hırsıyla Yeniçeri ağaları yoluyla ortalara hükmetmeye başlayıp, bu sınıf ticâret ve sokak haraçlarına dalınca, Osmanlı için, bu nice şanlı savaşlar kazanan, mâzîsi şan ve şerefle dolu sınıf, sergerdelerin elinde isyancı bir sınıfa dönüştü. Artık bu sınıfın ilgâsından başka yol kalmamıştı. 400 yıllık paslanmış bir temel çivisini sökmek zor, hem çok zordu. Padişah indirip pâdişah katleden, sadrı’azam ve paşa kelleler alan, yönetilen sınıftan yöneten sınıfa geçen bu zorbalar takımı, Osmanlıdaki şanlı mâzîsini çoktan yerle bir etmişti. Tamam, bu ocak kaldırılmalıydı ama yerine nasıl bir ordu kurulmalıydı?

 

Batı’nın hâlâ hayretle incelediği 620 yılık bir devleti ayakta tutan sır neydi? Fütuhât mı, ekonomi mi, adâlet mi, neydi bu sır? Belki de bunların hepsi idi. Diğer Türk devletleri dar bölgelerde kurulup fazla genişlememelerine rağmen kısa ömürlü olurken, neydi Osmanlıyı 620 yıl yaşatan sır? Evet, 19. asırdan sonra Osmanlı hızla çöküşe geçti ama Osmanlı 26.000.000 kilometrekare arâzîyi Avrupa’da değil de Asya’da temlîk etseydi, devlet de Hılâfet de yıkılmaz, bu kadîm devlet hayâtiyetini devâm ettirirdi.

 

Tabîî ki Osmanlının sırrı sâdece Yeniçeri değildir. Yahyâ Kemâl’in “İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel”inde İstanbul’u fetheden Yeniçeri öndedir, ama unutmamak lâzım ki bu fetihte esas pay “Azap askerleri”nindir. Yeniçeri sayısı bu fetihte en fazla 20.000 civârında iken Azap askerleri bunlardan 2,5 kat daha fazladır. Ama bidâyeti nihâyetiyle (başı sonuyla) uyumsuz olan bu teşkîlât aslını koruyamamıştır.

 

“İşte Yeniçeri gâyesini, dâvâsını, ahlâkını, nizâmını, vücut hikmetini tam kavramış ve bu ölçülere gönülden bağlanmış bir safvet örneğidir. Öyle ki dalkılıç olarak burçlarına tırmandığı kalenin tepesinde ahdine hıyânet etmiş prensin kafasını kesip mızrağına yerleştirir ve mızrağı havaya kaldırıp nidâ eder: “İşte İslâm pâdişâhına verdiği sözü tutmayan kâfir beyi! İşte böylelerini bekleyen âkıbet!..

 

Bu levhada şuur ve ahlâkın iç içe mükemmel tecellisine şâhidiz.

 

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan öteye iki buçuk asır devâm eden vecd ve aşk çağrısına bağlı Yeniçeri, Kosova’da, Niğbolu’da, İstanbul’un fethinde, Çaldıran’da, Mohaç’ta, Viyana önlerinde yazdığı şehnâmelerle insanlık târihinin ruh ve madde bakımlarından en üstün ve en ulvî askeridir; sonra da aynı bakımlardan, yine insanlık târihinin en alçak ve sefîl askeri olacaktır.” (Necip Fâzıl Kısakürek, Yeniçeri, Büyük Doğu Yayınları, Mart 1977, 2. Baskı İstanbul, s.21)

 

İşte bu yüzden bu yüce devlet yeni bir ordu kurmak, yeni bir bürokrasi vb. şeylerle âdeta Batı’ya mahkûm edildi ve sırf bir kısmı Avrupa topraklarında bulunan bir Sünnî devlet olduğu için Şiâ, Vehhâbî kumpasına bir de iç gâfiller veyâ daha doğru bir ifâdeyle hâinler eklenince bizi düşürdüler ve bir daha kaldırmamak için var güçleriyle uğraşıyorlar.

 

Haydi, yiğit ve asîl Türk milleti! Rabb’inin va’dinin hakk olduğunu bil ve düştüğün yerden kalk! Sâdece biz değil, bütün İslâm âlemi de bunu bekliyor. Çünkü sen Göktürksün, sen Karahanlısın, sen Harezmsin, sen Selçuklusun ve sen elbette Osmanlısın. “Uyan bu hâb-ı gafletten ey yâreli şîr-i jeyân!” (Ey kükremiş yaralı aslan, bu gaflet uykusundan uyan.)

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.