Akşemseddin tam karşısında onlara bakıyordu...

A -
A +
Zülküf; tekrar dışarı gitmek üzere çıkıyordu ki, birdenbire kapı aralandı!..
 
Zülküf; kapıya doğru ilerlemek istedi, fakat müteredditti… Ya hayalleri yıkılırsa! Ya gelen o değilse! Ne hikmetse içindeki ses hâlâ onu dışarıya davet ediyordu, çıkmalıydı… Elinde olmadan ayakları kapıya yöneldi… Birçok talebe gözyaşı döküyor, bazıları kederlerinden dolayı mı yoksa acılarını hafifletmek için mi ne sağa sola koşuşturuyordu. Onlarla uğraşacak hâlde değildi. Yolu tam görebilmek için bahçenin önüne doğru koştu… Fakat kimsecikleri göremedi. İçindeki alev; dumansız bir tandır gibi hayallerini, hislerini tutuşturmuş insafsızca kavuruyordu. Tekrar hocasının naaşının başına döndü. Sanki tebessüm ederek uyuyordu. O, eski günlerine gitti. Verdiği sıkıntıları yeniden yaşadı. Gözyaşları âdeta sel olmuştu. Tam bu esnada aynı talebenin gür sesi kulaklarında yankılandı.
- Haydi hocamızı kaldırıyoruz. Haydi oyalanmayın!
- Ne aceleniz var?
- Ağırdan almayın!
- Diyeceği olan varsa desin lakin vakit kaybetmeyelim!
- Hadi! Ne duruyorsunuz?
Zülküf; tekrar dışarı gitmek üzere çıkıyordu ki, birdenbire kapı aralandı, olduğu yerde çakılıp kaldı. Boncuk boncuk ter döküyordu, rengi kireç gibiydi. Akşemseddin tam karşısında onlara bakıyordu. İki defa sarsıldı, biri hocasının kerametine bir daha şahit olmasından dolayı, diğeri de kalbinin yanılmamış olmasına…
Bir ufak tereddütten sonra:
- Akşemseddin kardeşim, hocamın sevgili talebesi! Diyerek kapıdan girmekte olan arkadaşının üstüne atıldı. Arkadaşları bırakmadı onu tuttular…
Biraz önce durmadan konuşan talebe; morarmış, süt dökmüş kediler misali kenara çekilmişti. Hava birden değişmişti. Akşemseddin kalbini tutuyordu, belli ki, göğsünde derin yarası vardı, acı çektiği aşikârdı.
Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin son kerametini gören talebeler, her zaman olduğu gibi bugün de hocalarıyla iftihar ediyorlardı. Bir taraftan gözyaşlarına boğulurken, diğer taraftan huzur doluydular. Zamanın bir tanesine talebe olmanın saadeti, yaş dolu gözlerinden okunuyordu. El birliğiyle alıp itinayla teneşir tahtası üzerine yatırdılar.
Sanki ölmemişti, uyuyor gibiydi. Yüzü ak-pak, dudakları pembemsi, kirpikleri nemli, alnında boncuk boncuk terler; rastgele serpiştirilmiş inci taneleri gibi duruyordu. Sadece sırtüstü yatıyordu, o kadar. Talebeler etrafını çevreleyince arkadan acı bir hıçkırık duyuldu. Hırıltılı bir ses:
- Hain nefsim, zalim, kâfir nefsim! İflah olmaz nefsim ah! Ah!
Diye söylenip ağlıyor, yanıp tutuşuyordu… Dünyası yıkılmış Zülküf; Akşemseddin’in elini tuttu, gözlerinin içine baktı. Çok yorgun değildi ve tehlikeli bir durum da yoktu şükür… Derin bir nefes aldı… Çok çok üzülmesi lazım gelen yerde, şimdi gözlerinin içi gülüyordu… Yalnız bir tehlike daha vardı, kendi nefislerinin “Bak sen neymişsin” tehlikesi! Bu da izale edilebilir, haddi bildirilirse ne âlâydı. Korkmak, tedbir almak lazımdı çünkü şeytan, nefis, kötü arkadaş bir arada olduğunda yapmayacakları kötülük yoktu. Tam tehlikenin sınırındaydılar! Zülküf, hemen arkasını döndü ve talebelere:
- Aman kardeşlerim! Çabuk olun! Biri hocamız, öbürü hocamızın gözde talebesi Akşemseddin… Her ikisi için üçer İhlâs-i şerife, birer Fatiha-i şerife okuyalım… Birinin ruhi şerifleri için, diğerine de nazar değmemesi için… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.