Amca oğlu Rusuhi, yüksek tahsil için Paris'e gitmişti...

A -
A +

Sanırım harplerde yaralananların çirkin görünüşlerinden, sakatlıklarından dolayı üzülecekleri bir lakap takılmasın diye halkımız gazilerimize hoş isimler yakıştırmışlardı.

 

“Hoca Enver, Yedidöven Ali, Görünmez Kâzım, Kale Mustafa, Yarım Dünya Musa, Kor Şaban, Bayraktar Yusuf, Çelik Recep” gibi…

 

Bunlardan birinin lakabı da; “Yarısı Olmayan Çavuş”tu. Bu gazimizin vücudunun hemen hemen sağ yarısı yoktu. Sağ gözü, sağ kulağı, sağ kolu, sağ bacağı yoktu. Hepsini de muharebe meydanında bırakmıştı. Kafasının sağ tarafı derin yanmış olmalı ki; kızıl ve şekilsiz yara izlerine bakılamıyordu.

 

Bu yarım adamın görünüşü korkunç olmasına rağmen çok da merhametli ve müşfikti. Hâlâ “VATAN” der, başka bir şey demezdi. Fakir olmasına rağmen çocukları nerede görse mutlaka ellerine şeker, ceviz bir şey tutuşturur, sevindirirdi. Çok az konuşan bu “Yarım ÇAVUŞ” lakaplı gazimizi sevmeyen, saymayan yok gibiydi.

 

Ailem; kazamızın okumuş yazmış en tahsillisi sayılırdı. Babam, amcam, dayım muallim, dedem tahrirat kâtibi idi. Altı kardeştik. Dördümüz ilk ve ortaokulun çeşitli sınıflarında okuyorduk. Ağabeyim ve ablam büyük şehre, amcamın oğlu olan Rusuhi ağabeyim ise yüksek tahsil için ta Paris'e gitmişti. Herkes ona imrenir, gıptayla bakardı.

 

Rusuhi ağabeyim tatillerde Fransa’dan gelince âdeta bayram havası eserdi evimizde. Onu başköşeye oturtur; büyük küçük etrafında halka olur, can kulağıyla dinlerdik.

 

Anlattıkları Fransa'daki hayatıydı ama bize masal gibi gelirdi. “Ah medeniyet! Ah Fransa! Sen ne büyük, ne ulaşılmaz bir devletsin! Ey Fransa; ey Paris seninle aynı dünya üzerinde olmak bile şeref! Modanın, centilmenliğin, özgürlüğün, aklına eseni yapmanın kısaca; ÇAĞDAŞ MEDENİYETİN MERKEZİ efsane devlet, modern şehir…” diyerek son noktayı koyarken biz de o hayranlığa çoktan kapılmış olurduk…

 

Rusuhi ağabeyimin tahsil hayatı uzadıkça, şekli, şemaili değiştiği gibi huyu da pek değişmişti. Yer sofrasına oturmaz, çatalsız, bıçaksız yemek yemezdi. Börek, pasta, köfte, ızgara ve hattâ dolma, sarma gibi yiyecekleri sol elindeki çatalla tutar, sağ elindeki bıçakla keser, küçük parçalar hâlinde nazikçe ısırırdı. Biz doğruluğuna, yanlışlığına bakmadan hayran hayran seyreder, her birimiz kimsenin görmediği yerde bıçakla yemek yemeyi dener fakat onun gibi beceremezdik. Gençlerin hayranlığına karşılık babam ve amcam; belli etmeseler de bu durumdan pek memnun değillerdi. Sol elle yemek yenmeyeceğini söyleseler de o bildiğini okurdu. Büyüklerimizin; Rusuhi ağabeyimdeki değişikliklere; niçin bizim kadar hayran olmadıklarına bir mânâ veremez; “herhâlde yaşlılık psikolojisi” der, meseleyi onun gibi anlamaya çalışırdık.

 

Anlatılacak şey çok; mesela; sabahları “bonjur/günaydın” demeyi, öğleden sonra da “bonsuar/tünaydın” demeyi ondan öğrenmiştik. Neredeyse “evet” ve “hayır” kelimelerini unutmuştuk, onların yerine de; oui/vıy, non/no diyorduk. Babam ve amcam ise hâlâ eskilerde kalmış; “Selâmün aleyküm” veya “merhaba” demekte ısrar ediyorlardı. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.