Bir gün yine kızlı erkekli bir parti vermişler evlerinde. Ona uzatılan her kadehi içiyormuş gibi yapıp götürüp lavaboya dökmüş. Vakit ilerliyor, her zaman olduğu gibi herkes bir köşede sızıp kalıyor. O da aşırı sarhoş numarasıyla yatağına kendini zor atmış. Biraz sonra da ilk defa partiye katılanlardan biri, zilzurna sarhoş vaziyette yanına girince fena şafak atmış. O hırsla alıp sürüte sürüte mutfağa götürmüş, üzerine kapıyı kilitlemiş. Herkes aşırı sarhoş ve uyuşuk olduğundan işin farkında bile değillermiş. O gece tam beş kişiyi mutfağa kilitlemiş sonra da gidip polise ihbar etmiş.
Kıyamet ondan sonra kopuyor tabii. Birlikte kaldığı oda arkadaşı meğer her gelenden yüklü paralar da koparıyormuş. Hepsi deşifre olup foyaları da ortaya çıkınca düşmanları da çoğalmış…
Yine bir gün iş dönüşü kaçırıyorlar şehrin dışında bir bağ evine götürüyorlar. Karın tokluğuna yapmadıkları işkence kalmamış. “İşte şekil birdeki gibi” deyip yaralarını, bıçak izlerini gösterdi bana. İçim yandı, fenalaştım.
Tam beş sene aynı sırada oturduğumuz, acı tatlı birçok hatıralarımız olan kızcağız aklını oynatacak son noktaya gelmiş. “Dolu dolu özgürlük” sloganıyla tam esaret hayatını yaşayan genç üniversitelinin iflah olup düzelmesi bana göre imkânsız gibiydi. Tabiri caizse, argo ifadeyle hayatı kaymıştı bir kere. Evlenip mesut bir yuva kurması bile, Merkür'e gitme ihtimali kadar uzak görünüyordu.
Bunları yapanların tamamı yüksek tahsilli, çoğu üniversite bitirmiş güya aydınlarımızdı!.. Tahminen iki üç sene geçmişti. Yirmi üç yaşında, dinç, güzel, sağlıklı bir kızcağız üç sene içinde bu hâle nasıl getirilebilmişti? Asıl cevap bekleyen suâl buydu. Sanki Orta Çağ’da Malta korsanlarının eline düşmüş bir esirdi. İki sene değil de yirmi sene onların kadırgalarında kürek çekmiş, o kadar sene iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin mahzenine hapsedilmiş olarak yaşamış gibiydi. Yaz kış, dört mevsim çektikleri, onun granit vücudunu eritmiş, belini bükmüştü.
Emin olun mümkün olduğu kadar objektif olmaya ve de samimice yazmaya çalışıyorum. “Amma da abartıyor...” diye düşünmeyin lütfen. Hakikaten esir olsaydı bu kadar hor ve hakir görülmez, aşağılanmaz, işkenceye tabi tutulmaz, hırpalanmazdı bir insan. Ama onun çelikten daha sert iradesi bu tuzağı sezmesine yardımcı olmuşsa da “Ba'de harabi'l-Basra” bizim anlayacağımız şekliyle “Basra harap olduktan yani iş işten geçtikten sonra…” günahlarımızla cebelleşmekten, gözyaşları sel olana kadar ağlamaktan maada yapacağımız bir şey kalmamıştı tabii...
Evet, arkadaşım için iş işten çoktan geçmişti. Sadece gözleri aynıydı. Yabancılar yapsaydı; adı üzerinde “yabancı” der, kısmen de olsa kendini teselli edebilirdi. Yalnız arkadaş, dost dediklerinin tuzak kurmasına fena üzülüyordu. Anlattıkça ağladı, beni de ağlattı, perperişan etti.
DEVAMI YARIN