“Aşk ve muhabbet sandığın kadar değil, yandığın kadardır...”

A -
A +

Öyle bir gençlik 'imal' edilmişti ki “Yaşayın, hayatın tadını çıkarın, dünyaya bir daha mı geleceksin?” havalarındaydık.

 

 

 

Sevdalı, hele hele kara sevdalı olma hissiyatının belki de en iyi telaffuz edilebildiği, içten gelen duygunun en güzel kelimelere dökülebildiği bir ruh hâline bürünmüştüm yine.

 

Şair Cemal'in “Tek Hece Aşk” şiirinde; “Yaşanmadan çözülmeyen sır...” olarak tarif ettiği sevdayı, daha iyi anlatabilecek birçok cümle hücum ediyor, pembe rüyalar âlemindeki muhayyileme.

 

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi: “Aşk ve muhabbet sandığın kadar değil, yandığın kadardır...” mısraındaki derin maneviyatı fark edecek kapasitede olmasam da işe hep bizim anladığımız ete kemiğe bürünmüş “âşık-mâşuk” gözüyle bakıyordum herkes gibi. Sonra anlayacaktım ki Mevlânâ Hazretlerinin “mey”den kastının şarap olmadığı, “aşk”tan kastının erkek ve kadın iki insanın birbirine delicesine tutulmuş olmadığıydı… Oysa bir araya geldiğimizde her şeyin dedikodusunu yapar, tarihin bile cılkını çıkarırdık. Maalesef öyle bir gençlik 'imal' edilmişti ve bizler de o imalata aykırı davranmıyorduk. “Yaşayın, hayatın tadını çıkarın, dünyaya bir daha mı geleceksin?” havalarındaydık.

 

 

 

Bak kardeşim,

 

Elini ver bana,

 

Gel kardeşim,

 

Neşe getirdim sana.

 

 

 

Al kardeşim,

 

Ye, iç, gül, oyna!

 

Sar kardeşim,

 

Kolunu boynuma.

 

 

 

Sev kardeşim,

 

Canım feda yoluna!

 

Tap kardeşim,

 

Tüm insanlara!

 

 

 

Dünyaya geldik bir kere...

 

Kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle!

 

Sevdikçe güler her çehre!

 

Amaçlar hep bir olsun,

 

Kalpler birlikte...

 

 

 

Kulaklarımızı tırmalayarak, her gün kafamıza kafamıza çakılan mısraların ne verip ne götürdüğünü hesaba katabilecek hâlde hiç değildim. Yukarıdaki şarkı, her gün bizi İNSANLARA TAPMAYA davet ediyordu da bir Allah'ın kulu çıkıp diyemiyordu: “Bu kadarı da fazla! Ne demek istiyorsunuz ey îmân hırsızları? Düşün yakamızdan!” diye...

 

Günümüzde bazı sanatçı geçinenler öyleydi de eskiler nasıldı? Onları da kendimize benzetiyorduk. Nasıl olsa Müslüman Türk milleti sahipsizdi. Önüne gelen demokrasi, sözde özgürlük diye hürriyet adına her çeşit hakareti yapabiliyordu millî ve manevi değerlerimize. Çıkıp da müdafaa eden yoktu. Edenler de garip gureba, zavallı köylülerdi. Biraz ağzı laf edene de “Sus yobaz! Otur oturduğun yerde!” der, sustururlardı. Onları kim takardı?

 

Hazreti Mevlânâ’yı kılıktan kılığa sokmadılar mı? “Bakın Mevlânâ bile aşka tutulmuş, o da aşkı uğruna içip içip sarhoş oluyormuş, bize niçin çok görüyorsunuz? Dindar geçinen gericiler! Hem Mevlânâ’nın üzerine toz kondurmuyorsunuz, hem de dediklerini yapmıyorsunuz, yapanlara da mâni oluyorsunuz, sizi gidi yobazlar sizi…” diyor, onları yerin dibine sokuyorduk. Anlayacağınız hızımıza kimse yetişemiyordu. Muhalif olanın vay hâlineydi, yeri ve zamanı geldiğinde kök söktürüyorduk. Hele ben, modern, çağdaş bir genç kız olarak yenilmem, hizaya sokulmam, ipe-sapa gelmem mümkün değildi.

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.