Babacığından mektup gelmişti, hemen açıp okumaya başladı…

Sesli Dinle
A -
A +

Yemekhaneye giden merdivenlerde talebelerin toplandıklarını gördüklerinde bilirlerdi ki o gün posta gelmiştir...

 

 

 

             GELİN-2
Hangi mevsim olursa olsun talebeler son dersten çıkar çıkmaz, Kuşakkaya tepesinin Gümüşhane Erkek Öğretmen Okuluna yakın yamaçlarına doğru yürürlerdi. Sanki mecburdular buna. Havanın durumuna göre ikişerli üçerli, etrafa dağılır, yemek vaktini beklerlerdi. Bugün de öyle oldu. Nereden estiği belli olmayan rüzgâr, önündeki engeli aşmaya çalışırcasına duvar üstlerindeki karları sağa sola saçıyor, kuru dal parçalarını sarsıyordu. Gece fırtınaya dönüşeceği şimdiden belliydi.

 

Kuşakkaya’nın zirvesi sisliydi. Hava oldukça serindi. İnsan kendini, elbiseleriyle Harşıt Çayı’na düşüp dışarı çıkmış gibi hissetse de gün boyu tebeşir kokan sınıflarda ders görüp yorulmuş talebeler için bu yürüyüş; imtihan sıkıntısından, mektep havasından, zil sesinden bir nebze de olsa uzaklaşıp rahatlamak, nefes almak demekti. Kimi eksik kalmış derslerini tamamlıyor, kimi idarecilerden uzak sigaralarını tüttürüyordu.

 

Her taraf sanki tutuşturulmuş, koyu bir dumanla örtülüyordu gittikçe. Sisleri delercesine kuvvetlenerek esen rüzgâr; ne var ne yok; çeri çöpü, eski yeni karları alıp alıp çukurlara dolduruyordu. Bu kışa dair hava hareketi ilk defa olmuyordu. Yükseklere çıktıkça yelin hızı da, tesiri de artıyordu. Talebeler, giydikleri pardösülerinin eteklerini tutarak nazlı, nazlı olduğu kadar da mesut bir güveyi endamıyla oraya buraya savuruluyordu. Kış; bütün Gümüşhanelileri hizaya getirmiş, boyun eğdirmiş gibiydi; tabii ki talebeler hariç…

 

Yemekhaneye giden merdivenlerde talebelerin toplandıklarını gördüklerinde bilirlerdi ki o gün posta gelmiştir. Herkes en mühim işini bırakır, hemen oraya koşardı.

 

Nöbetçi, büyük bir torbayla yüksek bir yere çıkar, zarfları tek tek okur, muhatabı da gidip alırdı. Herkesin evinden, ailesinden haber edindiği tek kaynaktı. Biraz sonra “Ragıp Karadayı” ismi okununca elinde olmadan heyecanlandı. “Acaba kimden geldi. Abimden mi, babacığımdan mı?” diye söylenerek gidip aldı. Yazı şeklinden nereden geldiğini anlaması hiç de zor olmadı. Mektup muhterem babacığındandı. Aceleyle bir kenara çekilip okumaya başladı…
       

 

  ***

 

23/11/1969
Erzurum İd’den Gümüşhane’ye;
Derunu dilden, can-ı gönülden, pek candan kıymetli evladım. Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı, sizi ve bizi yaradan Cenâb-ı Mevlâ’dan niyaz ederim.
Evlâdım, sen de bizden, anacığından, Fadime, Rahime bacılarından, Mehmet Zeki’den soracak olursan, elhamdülillah iyiyiz, yalnız seni, Abdülkadir’i, Sakıp’ı düşünüyor, muvaffak olmanız için duâ ediyoruz…
Oğlum, mektuplarımızın geç gelmesinin sebebi şudur; malum köyden kazaya her zaman gidip gelemiyorum. Hem vazifem icabı hem de fazla bir işim olmuyor. Ancak maaşımı almaya gittiğimde sana, Abdülkadir abine, Sakıp’a, Mustafa Sak Hocama mektup yazabiliyorum...
İlk mektepteki muallimin, Şekerlili Fuat Atan Bey, postaneye müdür tayin edildi. Ona da uğrayıp hâl hatır soruyor, bir çayını içip ve varsa evin ihtiyaçlarını görüyor beklemeden de dönüyorum. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.