Babam, ne yapsalar, etseler hiç istifini bozmuyordu!..

A -
A +

En sonunda biri dedi ki: “Ola kazmaları alın bacaya çıkalım… Oradan tepelerine inelim, görsünler hâllerini!”

 
Lütfü Hoca:
-Ben feryat figan ağladıkça babacığım; sadece “sus” manasında ayağıma dokunuyor, başka bir şey konuşmuyordu. Epey uğraştılar, kapının etrafındaki sıvaları söktüler. Adamların sağa sola gidip gelişlerini rahat görüyor, daha bir korkuyla ağlıyordum. Ne yapıp ediyorlarsa bir şey yapamıyorlar, kapıyı açamıyorlardı. Büyük bir sırık getirdiler alttan kapıyı zorluyorlar, yukarı kaldırıyorlar ama nafile, yine açıp içeri giremiyor, iyice deliriyorlardı. Kaldıraç gibi kullandıkları manivelayı bırakınca kapı pat diye yerine düşüyor, açılmıyordu bir türlü. Saatlerce uğraştılar. Başka ne gelen var ne giden… Tek göz odanın içinde garip baba oğul, dışarıda sayısını bilemediğimiz gençler…
En sonunda biri dedi ki: “Ola kazmaları alın bacaya çıkalım… Oradan tepelerine inelim, görsünler hâllerini!” Patır patır dama çıktılar. Her kazma vurduklarında üzerimize topraklar dökülmeye başlıyordu. Ağlaya ağlaya gözlerim şişti hepten. Babam, ne yapsalar, etseler istifini bozmuyordu. Murakabe hâlinde hep tespih çekiyordu. Gören de sanki “bu dışarıda olanlarla bunun bir alakası yok” sanacak gibiydi. Yukarı bakıyorum, dam delindi. Lacivert gökyüzü, yıldızları gördüm. Daha çok bağırarak ağlamaya başladım. Feryadı figan ağlamaktan maada başka bir silahım yoktu. Bana düşen buydu, onu da tam yapıyordum. Yukarıdan gelen sesleri tam duyuyordum biri: “Önce şu veledi susturun!” deyip küfürler savuruyordu. Hem sövüp hem de bacadaki deliği epey büyüttüler. Hatta biri başını kapattı içeri baktı. “Ha indi, inecekler” diye düşünürken, ne oldu ne gözlerine göründü bilemiyorum? Biraz sonra adamlar damdan patır patır koşup uzaklaştılar…
Ben ağlıyorum hâlâ, durduramıyorum kendimi. İçim dışıma geldi sanıyorum. Karnıma ağrılar girdi. Babam da sükûnetle dersine devam ediyor hâlâ. Epey zaman geçti, köy derin bir sessizliğe büründü. Etraftan çıt çıkmıyordu. Bir ara babam bana döndü: “Oğul, bu melunlar uyudu herhâlde. Sen sesini çıkarma. Ben usulca kapıyı açayım. Öküzleri kesmemişlerse, onları arabalara koşayım. Hemen yola çıkalım. Ambar da, saat, para da onların olsun!” dedi. Bir kelebek hassasiyetiyle kapıyı açtı, sağa sola bakındı, ayaklarının ucuna basarak dışarı çıktı. Öküzler karınlarını doyurmuş geviş getiriyorlardı. Yavaşça dürttü kaldırdı. Arabalara koştu. Bana sıkı sıkıya tembih etti: “Bak oğul, peşim sıra gel. Öküzleri üvendirenin ucuyla hafifçe dürt… böğürmesinler; sakın şapaklama… ses çıkmasın! Ormana girdik mi biiznillah kolay… dediğimi anladın mı? Aynen yap, beni takip et…” Öküzler zaten kendi sevk-i tabiîleri (içgüdüleri) ile yolu buluyordu. Kısa zamanda ormanın karanlığına daldık. Uzaktan yakından kurt çakal sesleri geliyordu ama umurumda bile değildi. Eskiden olsaydı fena korkardım. “Acı acıyı bastırır” ecdat sözü aklıma geldi. “Korku korkuyu bastırır…” dedim içimden ama hâlâ “Ya peşimizden gelirlerse?” endişesiyle gözlerimden yaşlar akıyordu! DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.