İnsan neyi eksikse onu diler ya kendine: “Ben huzur dilemekten yoruldum. Gölgesinde soluklandığım ağaçları saymaktan, zamanın ve mekânın ehemmiyetini hesaplamaktan, yürüdüğüm kaldırımların kırık taşlarını görmezden gelememekten dengemi kaybettim…” diyor, ne yapacağına dair; bir türlü ilk adımını atamıyordu Hafız Lütfü...
“Şimdi bana yırtık elbiseli, minik ayaklarında bayramlık ayakkabılarını gezdiren, minnacık bedenleri Hoşov’un, Keçesor’un, Aha’nın tozunu yutmuş, gözlerine bütün yıldızları sığdırmış masum Abdülkadir, Ragıp, Sagıp, Kuddusi’nin tozpembe hayallerini kafamdan ve de düşüncelerimden çıkartacak, hissiyatımı anlatabileceğim biri lazım yanımda” diyor ama imkânsızlığını da pekâlâ biliyordu. Derin rüyalarında filizlenen; taptaze kokularla bezenmiş, güneşin utanarak doğduğu, bulutların dile geldiği bir deniz sabahına rahat uyanması lazımdı ama buna nasıl muvaffak olacaktı?
Ne kadar duvara yaslı kaldı bilmiyordu. O kadar gürültüden sezdiği iki kelime aklını başına getirdi. “Sirkeci, Eminönü…” Öyle ya Zimmet Hafız ona dememiş miydi? “Haydarpaşa’da trenden indikten sonra Eminönü ve Sirkeci vapurlarına veya sandallarına bin, karşıya geç...” Fazla tereddüt etmeden kalktı, bavulunu aldığı gibi sesin geldiği istikamete koştu. Önüne ilk gelen sandala atladı, karşıya geçti. Geçti ama midesi bulandı, kusacak gibi oldu. Biraz daha yol uzasaydı hepten bayılacaktı. Neyse ki bu olmadı.
Eminönü daha bir kalabalıktı. Aman Allahım! Yer gök insan, taksi, otobüs… Yol bulunamıyor ki geçilsin. Kulağı çığırtkanlarda. “Samatya, Kocamustafapaşa” isimlerini duyar duymaz bu sefer de onlara doğru koştu. Bir dolmuşa bindiği gibi doğru Kocamustafapaşa. Oradan sonrası kolaydı. Hafız’a, “yürüme mesafesi” demişti.
Davutpaşa Kur’ân Kursunun kapısı önünde; uzun boylu, selvi gibi dikilen adam silüetine dikkat kesilen Zimmet Hafız, sevk-i tabiîyle olsa gerek hemen yanına vardı.
- Hocam sen nere, buralar nere?
- Sorma Zimmet…
- Hoş gelmişsin, hele gel içeri. Yok yok içeriye gitmeyelim hocam! Sen valizini ver, benim ranzanın yanına koyup döneyim.
- !!!
Kaşla göz arası bavulu içeri koyar koymaz, dışarı çıkması bir olmuştu Zimmet Hafız’ın. Hemen koluna girip bahçeden Kızılelma Caddesine çıkardı. Belli ki birkaç sene önce buraya gelen talebesinin bir bildiği vardı. Hâl-hatır soruldu. Köyden, tanıdıklarından konuşuldu yol boyunca. Büyük bir elbise mağazasının önünden geçerken aklına, o anda gelmiş gibi:
- Hocam! Bir şey diyeceğim, yanlış anlama sakın!
- Zimmet’i yeni mi tanıyorum? Ne diyeceksen de, Hafız!
- Hocam paran var mı?
- Var! Keçesorlular kendi aralarında toplamış cebime koymuşlardı.
- Çok güzel. Hadi şuradan sana bir takım ayarlayalım.
- Benimkiler “buraya göre değil mi” demek istiyorsun!
- Hocam sen de çok fenasın! Kalplerin casusu mu desem ne?
- Az çok kestiririm Zimmet... DEVAMI YARIN