"Behlül, hakikaten deliymişsin, ne yaptığının farkında mısın?"

A -
A +

"Saray adamlarına da kime neyi, ne kadar, niçin verdiğimi, açık adres yazarak kayıt altına aldırttım..."

 

 

 

Dünyanın çok zor olduğunu, hele ihtiyaç içinde olmanın ehemmiyetinden bahsettim. Bir ağzı açıldı aman Allah’ım! Oyum yok, buyum eksik, iki yakamı bir araya getiremiyorum. Ne gecem var ne gündüzüm aha ellerim çatlak çatlak! Perişanım perişan!” dedi, saydı döktü, ağladı. “Allahü teâlâ yardımcınız olsun...” dedim, istediklerini verdim çıktım. Saray adamlarına da kime neyi, ne kadar, niçin verdiğimi, açık adres yazarak kayıt altına aldırttım.

 

Yanıma aldığım saraylılarla bütün şehirleri gezerek uygun gördüğüm kişilere daha doğrusu “Açım, susuzum, fakr-u zaruret içindeyim…” diyenlere zekâtları verdim, dağıttım ve isimlerini bir liste olarak dönüşte halifeye takdim ettim. Listeyi inceleyen halife:

 

- Behlül sen hakikaten deliymişsin! Ne yaptığının farkında mısın?

 

- Farkındayım Efendim! Adamların aha orada! Ne yaptıysam gördüler. Her şeye onlar da şahittirler.

 

- Şahit olsalar ne yazarlar? Bu listedeki adamlar, şehirlerin zengin insanları. Fakirlere dağıtacağın parayı zenginlere dağıtmışsın!

 

- Muhterem Efendim! Sultan’ım! Ben size açıkça söylemiştim “Meczubum, bana vazife vermeyin" diye. Buna rağmen ısrar ettiniz. Ben de emin olduğunuz şahıslarla yola çıktım. Gittiğim hane reislerine tek tek sordum, onlardan “Elhamdülillah! Bizim ihtiyacımız yok, başka zor durumda olanlara götürün” diyenlere vermedim, “Çok ihtiyaç içindeyim, kendi kendime yetmiyorum, çoluk çocuğum çok, her şeye muhtaç!” diyenlere verdim. Malumunuz İslâmiyet'in beş şartından biri olan ZEKÂT, muhtaç olana verilir. Bunun için “Ben muhtacım” diyen listedeki adamlara verdim!” Gezmeseydim, sormasaydım, önüme gelene verseydim haklıydınız. Bu zengin dediğiniz adamların kalpleri de vicdanları da tamah içinde, dünya malına pek aç ve bir o kadar da muhtaç. Fakirler ise tok ve kanaatkârlar... dolayısıyla zengin durumdalar. Ben zahire baktım, lazım geleni de yaptım. Neylersin ki halkımız bu?

 

Fena bunalmıştım! Sultan’ım bir müsaade etseydi de saraydan çıkabilseydim dediğimde “Gidebilirsin Behlül” emri geldi. Koşarcasına kulübeme indim. Küçük sarayım benim sığınabileceğim en emin yerimdi. Düşüncelerim, hayallerim, korkularım, ümitlerim hatta nice gözyaşlarımın hepsi de o küçücük dört duvar arasında saklıydı. Kuru otlardan yapılmış şiltemin üzerine uzandığımda keyfime diyecek yoktu. Yaptığım işten ne demek istediğim ve ne kadar anlaşıldığından tam emin değildim. Büyük bir hadise olmuştu. Bütün Bağdat halkı bu zekât memurluğumu konuşup duracaktı senelerce…

 

Var olmak, farklı bir hissiyattı, işte böylesine ince çizgi üzerinde yürümek demekti. Yürümek elbette mühimdi ama düşmeden yürümek daha da mühimdi. Ben çoğu zaman düşüp kalkamıyordum, kollarımdan tutup destek vermeselerdi. Yani insanoğlunun hayat mücadelesi, ince bir çizgide başlayıp öyle de devam ediyor. Burada en dikkat edilecek şey “DENGEYİ muhafaza edebilmek. Ne fazla, ne eksik; yeteri kadar yapmamız lazım her şeyi. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.