Bir iş bitirince nihayetsiz mesut oluyorum...

A -
A +

Velhasıl adına şehir dedikleri yer; büyük bir muharebe sahası, modern hayat dedikleri ise bir keşmekeşten ibaretti…

 

 

 

Kulaklarımda biraz önce okuduğum hazret-i Mevlânâ, rahmetullahi teâlâ aleyhin sözü yankılandı:

 

"Uğraşma boşuna, seni ancak gördükleri ve duydukları kadar anlayacaklar./Kimse, bir sen daha olmayacak bu dünyada./Kimse tam mânâsıyla sende seni bulmayacak./Kuvvetin yetmeyecek herhangi bir dilde kendini anlatmaya./Gördükleri ancak kendi anladıkları kadar olacak!"

 

"Hey koca gönül sultanı hey!" dedim, derinden bir “ah!” çektim. “Hepsinin dünyalıkları böyle, ya ahiretleri ne olacak?" diye düşünerek yoluma devam ettim...

 

Ettim de o genci bir daha enstitüde hiç görmedim. Unutamadım da...

 

Gülü dermeye gelmiş,

 

Huzur vermeye gelmiş,

 

Çok özlemiş gurbette,

 

Bizi görmeye gelmiş.

 

Bu şehir hayatına bu köylünün alışması kolay olmayacaktı. Yolda selam versem karşılığını aldığım yok, camiye gidenler arasında bile sohbet eden yok, dert dinleyecek bir akran ise hepten yok. Hoş, olsa da derdimi anlatmaya benim mecalim yok. Velhasıl adına şehir dedikleri yer; büyük bir muharebe sahası, modern hayat dedikleri ise bir keşmekeşten ibaretti…

 

     ***

 

Söylenecek şey çok ama kısa keseyim, yoksa bu mevzular kolay kolay bitecek gibi değil. Şunu da samimiyetle ifade edeyim; olur ya; bu bahsettiğim arkadaş, bu yazımı okursa; bilsin ki ona hiçbir garazım yoktu. Hakikat, aynen burada anlattığım gibiydi. Ben ona ve üzerlerinde hakkım bulunanlara bütün haklarımı helâl ettim. O da lütfen hakkını helâl etsin.

 

“Dünya fâni, ahiret baki" vesselam…

 

Süleymaniyemiz, sanki bir inci,

 

Sevip seyreder hep yaşlısı genci,

 

Her devirde önde hem de birinci,

 

Kadri bilinmeyen sızım İstanbul.

 

 

 

O öyle bir nur ki, ışığı sönmez,

 

Dünyalar verilse çöpü verilmez,

 

Seviyoruz, başka yere gidilmez,

 

Güzüm ilkbaharım, yazım İstanbul.

 

 

 

HOCA, kendine gel çanlar çalmadan!

 

Hep hizmet aşkıyla, koşam durmadan.

 

Gece gündüz deme, hiç yorulmadan,

 

Yenişim, yokuşum, düzüm İstanbul.

 

                          ***

 

                    REYHAN

 

Hep çok çalışan, hiç boş durmayan biriyim! Bu hâl âdeta kendimi bildim bileli böyle. Yan gelip yattığımı hiç hatırlamıyorum. "Çalışma hastası" deseler yeridir, doğrudur. Bir iş bitirince nihayetsiz mesut oluyorum. Fevkalâde dinlenmiş hissediyorum kendimi. Bu sonradan olma, suni bir şey değil. Mektep hayatımda da hiç tembellik etmedim elhamdülillah, muallimlikte de...

 

İlk unutamadığım hatıram şöyleydi:

 

1971'de, hani derler ya; "çiçeği burnunda" bıyıkları yeni terlemiş, stajyer öğretmen olarak Afyon Sinanpaşa kazasının Ahmetpaşa kasabasına tayin olundum. Benimle birlikte bir Karslı, bir de Vanlı yeni mezun tayinler vardı. Üçümüz de Şarklıydık. Bu yüzden bize "Kürt muallimler" diyorlardı. Onlara "Yav kardeşim bize 'Dadaş' diyorlar, Kürt olsam seve seve 'Kürt'üm' derim. Bunda saklanacak, utanılacak ne var? İnsanın anasını, babasını, memleketini, fiziki yapısını, zekâsını ve kâbiliyetlerini seçme şansı yok ki... Neysem o... Allahü teâlâ nerede, nasıl, ne şekilde yaratmışsa oyum" desem de nafile... DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

300
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.