Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde romantik sohbetlerimiz bitmezdi ve bitenler de hiç çıkmazdı aklımızdan.
O, bir tarikat kurucusu değildi. Yeni usûller ve ibadet şekilleri ihdâs etmemişti. Neye üflememiş, dümbelek, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalmak şöyle dursun yanından bile geçmemişti. Şiirlerinde bu çalgı isimlerinin geçmesini; tefekkür eden az çok anlardı. İsteselerdi ne mânâya geldiğini rahat görebilir, böyle iftira etmezlerdi. Kelimelerin farklı “mecaz” mânâlarının olduğunu bilmeyen yok gibiydi ama illa da nefislerinin arzuları doğrultusunda izah ediyor, fırsat vermiyorlardı ki millet sağlıklı düşünebilsin.
Çalgı çalınarak yapılan merasimler ve âyinler, Hazreti Mevlânâ’nın vefatından asırlar sonra meydana çıkmıştı da kimse dile getirmiyordu. Hâlbuki o, ney ve dümbelek çalmadığı gibi dönmedi, raks da etmedi. Bunları sonra gelenler uydurdu.
Sonra öğrendim ki kırk yedi binden ziyade beytiyle dünyaya nûr saçan Mesnevî’sine, her memlekette, birçok dillerde şerhler yapılmış. En kıymetlisi Mevlânâ Câmi’nin kitabı olup bunun da şerhleri olmuş. Türkçe olanlardan, Ankara Vâlisi Âbidin Paşa’nın şerhi çok kıymetli. Âbidin Paşa bu şerhinde, ney’in, insan-ı kâmil olduğunu ispat etmekte...
Sonra merak edip iyice işin aslını araştırmaya yoğunlaşınca gördüm ki Mevlevîlik, cahillerin eline düştüğünden, bunlar ‘Ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dönmeye başlamışlar. İbadete, İslam dininin yasak ettiği çirkin şeyler karıştırmışlar. Hazret-i Mevlânâ, bırakın ney çalmayı, oynayıp dönmeyi, yüksek sesle zikir bile yapmamış. Nitekim Mesnevî’sinde diyor ki: "Pes zî cân kün, vasl-ı Canan-râ taleb,/Bî leb-ü gâm mîgû nâm-ı Rab." (O hâlde, Canana kavuşmayı, cân-u gönülden iste./Dudağını oynatmadan, Rabb’inin ismini kalbinden söyle...)
Bugün, bu tasavvuf üstadının türbesine sonradan konan çalgı âletlerini görüp işin hakikatini bilmeyenler; bu mübarek zâtın çalgı çaldığını, bunların da ondan yadigâr kaldığını zannetmekteler. O hakikat güneşini yakından tanıyanlar, bunlara elbette itibar etmez. Zaten bu büyükler, şüpheli şeylerden kaçtıkları gibi, mubahları bile sınırlı ve ölçülü kullanmışlardı.
Nereden nereye? Ben de durmuş nelerden bahsediyorum?
Bir kalıba koyulamayan, herhangi bir zamana sığdırılamayan, miktarı ayarlanamayan bir hissiyat içindeydim sabah sabah. Aşkım büyüyüp nefsimi ısıttıkça kelimeler kalbimden yola çıkıp dilime geliyor, oradan şiir, şarkı olarak dudaklarıma ve yürek hoplatan nağmeler olarak da dalga dalga yaşamasını bilmeyenlerin kulaklarına akıyordu.
***
Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde romantik sohbetlerimiz bitmezdi ve bitenler de hiç çıkmazdı aklımızdan. İnsan bu tılsımlı kelimelerden taç yapıp da saçlarına takmak isterdi sevdiceğine…
Ben öyleydim de sizler değil miydiniz sanki? Pek sevdiğinizin gözlerine bakarak dile getirmek istediğiniz, kimi zaman da utangaç bir çiçeğin yakasına iliştireceğiniz bu seçilmiş ve sevgi imbiğinden damıtılmış ifadeler, her muhatabının kalbini çalarken, “Benden sonrası tufan…” diyerek; yolumuzu gözleyenleri, geride bıraktıklarımızı hiç hesaba kattığımız olur muydu? DEVAMI YARIN