Her hâlime “Elhamdülillah!” diyor, şükrediyor olsam da son nefes korkusunu üzerimden atamıyordum bir türlü.
Biz kuluz, kula düşen de tevekkülle sabretmek ve “Elbet bir hayır vardır…" diyerek daha beteri olmadı diye hâlimize şükretmektir. Çünkü biliyoruz ki bizi yoktan var eden Allahü teâlâ, kullarını çok seviyor ve asla zulmetmez.
Ölümü çok yakın olarak biliyor ve ondan sonra başıma gelecekleri asla unutmuyordum. Rabbimizin âyet-i kerimelerinde buyurduğu gibi; "Her zorluğun ardından mutlaka bir kolaylık vardır... Her şerde bir hayır vardır." Bizi yoktan var eden, düşünüp doğru yolu bulmamıza fırsat ve imkân veren merhametliler merhametlisi Allahü teâlâ sevdiği kuluna, derecesi artsın, yüksek makamlara kavuşsun diye İLLET, KILLET, ZİLLETTEN birini gönderiyor. Öyle ihlâslı, sadık kullar var ki bunlardan biri gelmediğinde üzülüyor ağlıyorlarmış bile. Sevmediklerine de bunlardan vermeyip kendi hâline bırakmış Rabbimiz, Firavun denilen melunun bir kez bile başı ağrımamış. Belki de bu yüzden ilahlık davasında bulunacak kadar alçalmış.
Her hâlime “Elhamdülillah!” diyor, şükrediyor olsam da son nefes korkusunu üzerimden atamıyordum bir türlü. Sayılamayacak kadar çok kullarının içinden beni de böyle ahiret derdiyle dertlendirdiği için ne kadar ham ve şükretsem, yine de azdır.
“Deli, Divane, Meczup" diyor, peşimden dil çıkarıp laf atıyorlar, hiç üzülmüyordum ama Sultan’ımızın yüzüne karşı söylediklerim aklıma gelince kendimi affedemiyorum. Bu yüzden buraları terk etmeyi çok düşündüm. Şimdi de aynı hissiyat içinde hakiki mânâda bir meczup gibi yürüyorum. Bakalım nasibimde daha neler var?
Harun Reşid Sultan’ımdan en son mahcup ayrılmıştım. Çok üzüldüğümü görmüş olmalı ki, peşim sıra:
“Memnunum senden Behlül! Beni ikaz eden izahatlarından çok memnunum!” ifadeleriyle yangın yerine çevrilmiş gönlüme bir nebze de olsa su serpmişti. Babacan, müşfik sesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. O memnun olduğunu söylese de benim yüzüm yoktu. Bir daha saraya ve huzur-u saadetlerine çıkmaya cesaretimin olacağını sanmıyordum.
Saray ahalisiyle karşılaşmamak için “Bu kulübemden, hatta Bağdat'tan uzaklaşmalıyım…” diye söylenerek dışarı çıkmıştım. “Kimim vardı ve nereye gidecektim?” suâli cevapsızdı. Çeşitli suâller, durmadan kafama çivi gibi çakılıyordu. Ne kadar da “Ah dilim ah! Beni mahvetti!” desem, kendimi yerden yere vursam da nafileydi.
Zihnimdeki amansız muharebenin tesirinden biraz sıyrılıp etrafıma baktığımda muhtelif ağaçların gölgelediği serin bir patikada yürüdüğümü fark ettim. Kelimenin tam mânâsıyla bugün hepten şaşkın bir o kadar da meczuptum. Yan tarafımdaki sık ağaçlığın arasında bir grup kalabalık toplanmış, münakaşa mı, kavga mı ediyorlardı tam emin değildim. Adamın biri diğerine; “Çok üzücü, hakikaten çok üzücü...” diyordu. Acaba “Nedir üzücü olan?” diye düşünüyordum ki Sultan’ım önüme dikiliverdi birden.
- Demek kaçıyorsun!
- !!!
- Lâl mı oldun? Bu ne hâl Behlül?
- !!!
DEVAMI YARIN