Ağzımdan çıkan kelimeler hep isyan, küfür kokuyordu. Lavaboya geçtim aynadaki görüntümden ürktüm. “Bu ben miyim?” dedim, çığlık atacaktım zor kendimi zapt ettim. Gözlerim kan çanağıydı. Artık başımı kaldırıp da aynaya bakamadığım gibi kimsenin yüzüne de bakamayacaktım. Tek kelimeyle; BİTMİŞTİM!
Nefise Doktor bozuntusunun sık sık “SIR” dediği şey yoksa kocamı ayartmak mıydı? Şimdi ipin kopuk uçlarını birleştirmeye çalışıyordum da ne mümkün. Doluya dolduruyorum almıyor, boşa dolduruyorum dolmuyordu. Bir gün kulağıma eğilerek fısıltıyla demişti ki: “İnsanın sırrı olmalı, yalnız kendi bildiği, hiç dillendirmediği, sesli bile düşünmediği SIR. Sır sahibi olmak muvaffak olmak için de elzemdir. Bak Jale, Hazreti Mevlânâ (kuddise sirruh) ne buyurmuş? ‘Sır gibi seversen eğer murâdın hakikat olur. Çünkü tohum toprağa gizlenirse yeşerir...’ Bunları bir kenara yaz ve unutma…”
Bak unutmamışım hain kadın! Bunu kulaklarıma fısıldarken “Sen uyu Jale! Ben alttan, alttan Tanju denilen zayıf karakterli kocanı ayartır, kucağıma düşürürüm! Sen de avucunu yalarsın böylece!” demek istemişsin de uyanamamışım. Öyle safça sana bağlanmıştım ki mal gibi “Evet, çok haklısın Doktor Hanımefendi…” demiş, hayranlığımı gizleyememiştim. Sen de şeytanî planına devam etmiş, kedinin fareyle oynaması gibi benimle oynamıştın. Herhâlde o cümlenin açılımını ancak böyle yapabilirdim tecrübelerimin ışığında.
“Bal peteği sırlanınca o bal senelerce bozulmadan olduğu yerde taptaze kalıyor.” Burada da muvaffak olunca, mesut olacağına işarette mi bulunuyordu ne? “Sâlik, yani bir yola girmiş olan, bir yol tutup onu tâkip eden kimse; ‘Serimizi yani başımızı veririz, sırrımızı vermeyiz’ dediği için, daha büyük, daha fazla ikrâma lâyık oluyor. El arabasında ayna tarak, iğne iplik satılırken altın gümüş, yâkut zümrüt gibi çok kıymetli olanlar da şifreli çelik kasalarda saklanıyor.”
Buradaki sırları çözecek kapasitem de moralim de yok maalesef. Doktor kafası, şeytansı ne planlar düşünmüş kim bilir?
“Bütün bunlara tesadüf denir mi? Rabbimize kul olmanın esrârı da gizlidir gönüllerde. Îmânda mârifet sebat, namazda haşyet, oruçta takvâ sabır, hacda âhirete hicret, zekâtta pâklık, dostlukta, cihadda ve bütün tâatte rızâ-i ilahi şarttır o da sadece kalbdedir. Meyve kabuğuyla yenmez, yense de sağlıklı mîdeye inmez. İbâdetlerde Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet edip, sen O’nu görmüyor olsan da O’nun seni gördüğünü bilerek, ihlâsla yapılan kulluk, hakiki kulluk olur, kabûle de layık olur. Yiyecek ve içeceğin nasıl tadı alınırsa, kulluğun da tad ve lezzeti alınır o zaman. Eğer mîde hasta, meselâ; koronavirüs olmuşsa, yediklerinin lezzet ve kokusunu duyar mı insan? Nefis ıslâh olur, ruh gâlib olursa, takvânın, mârifetullahın zevki duyulur…” Bunlar aklıma geldikçe gayriihtiyari dudaklarımdan “Hem de bütün hücrelerimle…” kelimeleri dökülüveriyordu. Yine öyle oldu. Oldu ama peşi sıra da Tanju ile doktorun kaçışı aklıma geldi. Bütün güzel düşüncelerin hepsi silindi, yok oldu. Sadece onlardan “İNTİKAM” alma hissi, gözlerimin önünde dikiliverdi. Artık başka bir şey göremez olmuştum. DEVAMI YARIN