“Madem seviyorsun dağa kaldır, olsun bitsin... Senin gücünün önünde kim durabilir?.."
Serçetutan, Mahperi’yi görür görmez âşık olmuş, itibarlı dostlarını araya koyarak istetmişti bile. Henüz müspet veya menfi bir netice de alamamıştı. Bu yüzden gittikçe asabı bozuluyor gece, gündüz her yerde ona kavuşmanın yollarını arıyordu. Tek korkusu ise Doğan Bey’di. Bu Osmanlı akıncısı gözü kara olduğu kadar da asil ve adaletliydi. Böyle zorla bir izdivaca müsaade etmez, ortalığı karıştırırdı. Hele Mahperi’nin de kaçırılmış bir Osmanlı kızı olduğunu öğrenirse başlarına bela olurdu hepten. Onu öldürse Timur üzerindeki hedefleri suya düşecek, sonra Çakır Vezir’e ne cevap verecekti? Kara sevdası ve vazifesi arasında seçim yapamıyordu bir türlü. Bu iç âlemindeki fırtınalarla boğuşurken Dağtartan ile Seyrekbasan çıkageldi. Dağtartan’ın her zamanki gibi oldukça boş vermiş hâli vardı. Mahperi’nin evini göstererek takıldı aklınca;
“Daha bu kaleye bir ok atılmamış...”
“Yayımı elime almadan alacağım.”
“Nasıl?”
“Senin aklın ermez! Hava biraz kapansın! O zaman görürsün...”
“Hiç uzaktan atış yapmadan hücum mu edeceğiz?”
“Şakanın sırası mı Dağtartan?”
“O zaman ciddî olayım! Ya ne yapacağız peki?”
“Havanın kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin!...”
Serçetutan, karşılıksız sevdasını ne kadar adamlarından sakladıysa da şüphelenmelerine mâni olamamıştı. Her fırsatta böyle imalı laflar edebiliyorlardı. Umumiyetle gizli düşüncelerini kimseyle paylaşmazdı. “İki kişinin bildiği şey sır değildir...” derdi. Ona göre ağızdan çıkan, bir gün mutlaka işitilecekti. İşte korktuğu başına gelmişti. Daha fazla maskara olmadan bir bitirebilseydi.
“Dağtartan da Seyrekbasan da nereden duymuş, nasıl sezmişlerse dalgalarını geçiyorlar bak... Ben onlara yapacağımı bilirim amma şimdi sırası değil!” diye homurdanarak sözü değiştirmek, dikkatleri bir başka tarafa çekmek istedi:
“Doğan, Timur hakkında eskisi gibi esip gürlemiyor... Hı ne dersiniz, işin fakında mı? Bizi çözdü mü?”
“Onu bilmem ama ben seni çözdüm...”
“Neyimi çözdün demeyeceğim Dağtartan. Şüphelendiğiniz bir şey var mı? Bu genç Osmanlıyı kullanmaya çalışırken o bizi kullanmasın?”
“Ava giderken avlanmaya hiç niyetim yok! Boşuna kendini yorma ve laf değiştirmeye çalışma...”
“Eh! Yettin be Dağtartan! Tepemi attırma söylediklerine pişman olursun!” diyerek kapıyı çarparak dışarı çıktı.
Şakalaşma, kavgaya kadar uzamıştı. Bir müddet önlerine bakan iki arkadaş sessiz, mânâsız beklemeden sıkılıyor, öfkeli adama nasıl davranacaklarını bilemiyorlardı.
“Güya dışarıdan yardım gelecekmiş, Timur’dan fil mi bekliyor yoksa?”
“Bir cariyeye bir ordu... Hiç olacak şey mi?”
“Biz bu kızı destek gelmeden alamaz mıyız?”
“Anlı, şanlı iki cengâver yetmez mi?”
“Daha ne duruyoruz?”
“İsteyerek olmuyorsa, zor denen bir şey var...”
“Madem seviyorsun dağa kaldır, olsun bitsin... Senin gücünün önünde kim durabilir? Ne duruyorsun kullansana!..”
Böylece epey söylenip durdular… DEVAMI YARIN