"Bu macunu Kuddusi’ye de yapsak olur mu ana?.."

A -
A +
Birkaç gün sonra Kuddusi kardeşimin vefat ettiğini görünce sevincim yarıda kaldı.
 
 
Anacığım hemen kayınvalidesinin eline kapandı öptü, öptü...
- Bu macunu niçin baştan yapmadık ki ana?
- Kız, güzel gelinim o zaman aklıma gelmedi. Buna da şükür.
- Kuddusi’ye de yapsak olur mu ana?
- Onun yaraları kos bağlamadı ki?
- !!!
İlk işim; Yaşar ablamların hususi odalarına gidip direğe eğreti iliştirilmiş, Osman amcamın berberlik için kullandığı aynaya bakmak oldu. Aman Allah’ım, bu da ne? Yüzümde yaradan eser kalmamıştı. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydim. Hatta şehirli çocukların yüzleri gibi bembeyazdı. O günkü sevincimi anlatmam mümkün değil. Ne kadar koşup oynamıştım ne kadar!
Yalnız birkaç gün sonra Kuddusi kardeşimin vefat ettiğini görünce sevincim yarıda kaldı. Evin üzerine Gökdağ’dan bir kara taş kopup gelmiş, herkesi altına almış, ezim ezim ezmişti de haberimiz yoktu.
Hüsna nenem, acı ve kederinden bayılmıştı. "Küçük Ana" dediğimiz Nusret ve Tevfik amcalarımızın anneleri Nezaket ninemizin feryadına Abdullah amcam, Hamdullah amcam hanımlarıyla koştular. Kapıdan bacadan insandan geçilmiyordu. O karmaşada gençlerden Tevfik, Halis, İbrahim amcamların ellerinde kürek, kazmayla kabristana yollandığını daha dün gibi hatırlıyorum.
Anacığımın “Emanetini büyütemedim, Kuddusi’ye sahip çıkamadım…” deyip ağlamasından fena korkmuş günlerce uyuyamamıştım...
 
Azrail sıkı tuta,
Ağlaya ana ata,
Meydana dehşet kata,
Halktan medet ermeye.
 
Ecelin çıkagelir,
Yüreğinde yağ erir,
Baştan aklını alır,
Bir an aman vermeye.
 
Elbiseni soyalar,
Gasil suyu koyalar,
Teneşirde yuyalar,
Kimse hâlin bilmeye.
 
Asıl yurda dönersin,
Ağaç ata binersin,
Yer altına inersin,
Artık kimse görmeye.
 
Birkaç gün oturalar,
İşleri bitireler,
Mirası götüreler,
Artık kimse anmaya.
 
Yunus, öğüdü önce,
Vermelisin kendine,
Ne söylesen gâfile,
Öğüt fayda vermeye.
                                       ***
         AH İSTANBUL! SEN NEYMİŞSİN MEĞER!..
Trenden iner inmez gördükleri ve duydukları karşısında âdeta şoke olmuştu Hafız Lütfü. Her taraftan gözlerini kamaştıran ışık huzmeleri geliyor ve bitmek bilmeyen sesler duyuyordu. Hiç lisan bilmediği ecnebi bir memleketteymiş gibiydi. O karmaşada sağa sola koşuşturanların haddi hesabı yoktu.
“Ayrılıkların ve kavuşmaların mekânı… Hep acıklı mı olur tren hikâyeleri?” sorusu aklına gelse de o aslında akıbetinden de fena korkuyordu. “Ah gariplik ah!” dedi, inledi.
Haydarpaşa Garı’nın denize bakan merdivenlerini tırmanarak kara trene ve banliyö trenlerine koşuşturan insanların canhıraş mücadelesi, lokomotif seslerine karışan vapur düdüklerini, taksicilerin, yiyecek, içecek satanların bağrışmalarını, çocuk ağlamalarını duymamaya çalışan Hafız Lütfü; gecenin öteki yüzünde karanlıklara gark olmuş, “yalnızlık” diye anlatmaya çabaladığı ve ismini koyamadığı acınacak hâlini düşünüyordu hep. DEVAMI YARIN
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.