Aylin'le ilk diyaloğumuz şöyle olmuştu:
- Nerelisin?
- Yozgat! Ya sen?
- İstanbul…
- Hmm ne güzel.
- Tabii ki de güzel! İstanbul'un yanına yaklaşamaz bile Yozgat!
- Hadi ya anlatsana şehrini biz de bilelim!
- Geniş sokakları, caddeleri, tarihî ve modern binaları; zengin, medeni, kültürlü, görgülü insanları; koskoca sahil manzaralı şehir İstanbul. Burada herkes fiyakalı, çalışkan, kibar ve nazik. Ayrıca çoğu şairler, yazarlar, ressamlar hep İstanbul'u anlatır şekerim. Peki ya senin şehrin?
- Dardır sokakları, sizlere göre cahil ve haytadır bu şehrin çocukları, yoktur belki paraları ama hepsi delikanlı, gecesi sessiz, titrek adımlar atılır burada... Arkadaş sevdası uğruna yakarlar ortalığı; laf ettirmez bu şehrin çocukları, seninki gibi yoktur deniz manzarası. Denizi olmadan muhabbetten, hürmetten boğulur bu şehrin insanları! Dedim ya, sen övün zenginliğinle “fakir” deyip aşağıla onları; mühimsemediğin bu mert delikanlılar var ya; şerefi ile satın alır senin semtinin bıçkın züppelerini! Çoğu şair, edebiyatçı, sanatçılar hep İstanbul'u anlatır çünkü hiçbir devirde düşman ayağı basmamış Yozgat anlatılmaz, ancak iliklerine kadar yaşanır...
- !!!
Bu mert, içi dışı ortada olan bu Anadolu kızına kanım kaynamıştı bir kere. “Öyleyse ben de o havayı yaşamak istiyorum…” deyip boynuna sarılmıştım. Hey gidi günler hey! Payitaht, başşehir Ankara ikimizi de harcadı. Ne onun delikanlılığı, ne de benim medeniliğim kalmıştı. “Ah ah!” dedim inledim defalarca.
Bazı üst sınıf talebeleri bize abilik, ablalık yapmaya çalışırlarken, bazı kıdemliler, “çömez” deyip alay ediyor, akıllarınca yeni gelen ‘çıtır’lara on üzerinden not veriyorlardı. Askerde de aynı hiyerarşik münasebetler oluyormuş, demek yenilerle eskilerin mücadelesi her yerde aynıymış.
Tefekkür etmeyi eskiden beri severdim. Her şeyin bir ömrü olduğuna inanırdım; günün, haftanın, ayın, mevsimlerin, senenin ve senelerin… Genç olsam da yeteri kadar hayat tecrübem oldu yaşantımda... Şimdi daha iyi anladım ki her şeyin bir evveli ve ahiri; yani başlangıcı sonu olduğu gibi bizlerin de olacaktı. “Bebeklik, çocukluk” dönemi başlangıcımız “ölüm” ise nihayetimizdi. Bu hakikati düşündükçe elim ayağım titriyordu. Büyük ve tehir edilip vazgeçilmesi imkânsız son, ağzını açmış bir canavar gibi bizi bekliyordu. Bunları düşünüp korkmamak elde değildi. Onun için inançsız kesim o tarafa hiç yaklaşmak istemezdi. Ölümün üzeri hep kapatılır, küllendirilirdi. Çünkü o araya girdi mi insanda yaşama sevinci, keyfi diye bir şey kalmıyordu…
***
Aylin kardeşimi bir eylül gününde kara toprağa koymuştuk. Onun ölümü, her şeyi o şekilde düşünmeme de vesile oldu. Mesela; mevsimlerin de başı, nihayeti vardı. İlkbahar doğumu temsil ederken, kış ölümün ta kendisiydi. Eylül ise olgunluk ayıydı bize göre. Yaprak dökümü ayı, kışı hatırlatması bakımından da en sancılısı, hüzünlüsü, en mahcubuydu. Benim gözümdeyse Aylin'i alıp götüren aydı bundan sonra... DEVAMI YARIN