Pencereden dışarısı tam görünüyordu artık. Yağız bir delikanlıyla, pir-i fâni beli bükük bir ihtiyar geçti. Belli ki sabah namazından geliyorlardı. İki ihramlı kadın kovalar ellerinde çeşmeden su taşıyordu. Üç dört çocuk davarları otlatmaya götürüyordu. “Hayat canlanmış” dedi, imrenerek baktı, gülümsedi asker Hasan.
***
Tarlamızda her çeşit tohuma yer verdik.
Kucak açtık üç kıtaya ışık, nur verdik.
Saklamadık, bizim dedik pek çok sır verdik.
Düşmandan intikam aldık, çok şehidler verdik.
Geceden beri devam eden sert rüzgâr biraz dinmiş, ağaçlar, toprak, taşlıklar, kuşlar… Hasılı bütün ova sakinleri günlerdir ve aylardır hasretini çektikleri yağmura doymuş görünüyordu. Sapsarı hatta yarısı kahverengileşmiş yapraklar, rüzgârda sallanıyor, analarının eline yapışan çocuklar gibi düşmemekte direniyor, belki de hiç istemiyorlardı. “Tıpkı benim gibi” dedi Hasan, inledi.
Kuruyup dökülmüş, hasır gibi yere serilmiş yaprakların yağmurdan sonraki toprakla birleşen, küf karışımı çürük kokusu her tarafı kaplamıştı. Belki de pek özlediği şeylerden biriydi de farkında değildi. Sadece; “mis gibi” dedi, içine çekti o havayı. Evet evet, bu aradığı şey Erzurum’a has bir kokuydu ve bundan da emindi. Şimdi dışarıda olsaydı, kuvveti yetseydi hiç tereddüt etmez yürürdü. Dökülmüş, kırağı vurmuş, yağmurla ıslanmış, birazcık şişmiş, sarı-turuncu kahverengi zeminin üstüne basa basa, onların, toprağın, şehrin güneş doğduktan sonraki temiz tertemiz kokusunu içine çekerek yürümek isterdi asker Hasan… Aşka gelir, belki koca bir söğüdün gövdesine gücü yettiğince bir tekme savurur, dökülen, dallara takılan yaprakların yavaş yavaş yere inmesine, yağmurdan arta kalan suyun billurdan damlacıklar hâlinde akmasına bakar, doya doya seyrederdi hiç şüphesiz. Erzurum’da her şey ne kadar da güzel olurdu.
Uçsuz bucaksız ovada; kocaman bir şehir Erzurum… Kıvrım kıvrım yolları, duman tüten bacaları ve uçları göğe yükselen sivri minareleriyle bir başka ihtişam, farklı güzellikte, buram buram tarih, medeniyet kokan bir şark vilayeti… Dadaşlar diyarı kahraman şehir, canım, kanım, her şeyim... Evet, gidemesem de, yürüyemesem de onun, senin, benim şehrim... Şerefim, şanım, itibarım, arım hayâm, huzurum, saadetim, varım yoğum Erzurum’um...
Ağaçlar bahçeler arasındaki ara sıra görülen tek katlı, bacalarından duman tüten evler, barakalar, çadırlar birer hayat mücadelesi verilen yerlerdi mutlaka... Belki kaç zamandır çalışıp yorulmuş, muhacirlik sebebiyle evsiz barksız kalmış, ne yapacağını bilemeyen rastgele dinlenebilen insanlar var içlerinde. İş-güç, tarla ve geçim endişesiyle, şimdiyse harp korkusuyla birbirlerinin yüzüne doğru dürüst bile bakamamış insanlar, çocuklar, ebeveynler dolu o harabelerde…
Gördüklerinden hareketle, görmediklerini hayal etti, canlandırdı asker Hasan... DEVAMI YARIN