Bugün ağrıları çok artmış, pek de uzun sürmüştü...

A -
A +
Ölüm haktı; ya bugün, ya da yarın… ya… ya da… öbür gün, ne fark ederdi?
 
Hasan, derin derin soluklanarak bir müddet öylesine düşündü. Neden sonra:
- Muhterem anacığım!
- Efendim, evladım Hasan’ım!
- Evde kimler var?
- Bacın, kayınvalidesi, Seyyide Nefise, eski ve yeni komşular…
- Seyyide hanımefendi dediğin bizim Sükûti Efendinin kerimesi değil mi?
- Evet evladım…
- Bizim üzerimizde o ailenin çok hakları var, söyle helâl etsinler.
- Elbette… Zaten helâl etmişlerdir oğul. Onlar Allah adamı, bizim gibi değiller.
- Olsun; hatırlanmamıza ve de duâya sebep olur. Enişteden bir haber var mı?
- Nene’nin eri, Erzurum’a ilk geldiğimiz günü; alelacele yükleri indirdi, gönüllü askerlik için önceden müracaat etmişti, akıbetini sormak için şubeye gitti, gidiş o gidiş. Hâlâ da dönmedi.
- Döner mi ana? Doğru yolda olan, isabetli karar veren, kararından döner mi hiç? Hele söz konusu olan vatan ise, mesele; “vatanın kurtulması” meselesiyse sebep aranmaz ana! Başka kimler vardı?
- Köyümüzden, buradan komşu kadınlar; kimi çorap, kazak örüyor, kimi de sana ve bütün gaza ordumuza duâda…
- Duâ eden duâ bulur ana! Nene bacım ne yaptı, eri dönmeyince?
- Nene’nin üzüleceğini sanıyordum, aksine bu işe pek sevindi. Ben de rahatladım! Başıma böyle bir hadise gelseydi, aynısını düşünürdüm Hasan’ım lakin bizim bir de analık tarafımız var!
- Analar, başımızın tacı! Cenâb-ı Allah, bu paha biçilmez mücevher tacı başımızdan eksik eylemesin anacığım!
- Berhudar olasın oğul! İnşallah layık oluruz!
- Ya Osman Bedreddin Efendi, ondan bir haber var mı?
- O hep dışarıda! Devlet yetkilileriyle görüşüyormuş. Dadaşların ziyan olmaması için çırpınıyor yavrucağız!
- Ya ne nasipli! Öyle ya dadaşlar zarar görmemeli!.. Ümmet-i Muhammed zayi olmamalı… Bundan daha başka dert mi olurmuş?
- !!!
Ahiret yolculuğu için henüz vakit dolmamıştı. Bugünkü ağrıları çok artmış, pek de uzun sürmüştü. İçindeki tarifsiz dertler, dışarıdaki göçler kendini yiyip bitiriyordu. Ölüm haktı; ya bugün, ya da yarın… ya… ya da… öbür gün, ne fark ederdi? Vade dolunca; yaşa maşa bakmıyordu bu iş! Bütün ümidi, en büyük tesellisi şehid olmaktaydı. O, ölümün en yüksek mertebesine talipti. “Nasipten öte yol yok” dedi, inledi. Zinhar “gazilik” de öyle yabana atılacak bir rütbe sayılmazdı, buna da şükürdü. O kadar ceht etmişti ki ancak o bilirdi. Doğrusu, “şehidlik” rütbesini takmadan ahirete gitmekten hayâ ediyordu… Senelerdir o müjdeye kavuşmak için mücadele eden bu biçare, şimdi yatakta ne yapardı?
Yaralarından mı, yoksa içinde bulunduğu ruh hâlinden mi ne gözleri büsbütün büyüdü, kısa saçları, kirpi gibi dikildi, sararmış yüzü iyice sarardı. Şimdi o makamı; gülen gözleri üzerinde görür gibi oluyordu. Şartları zorlayarak biraz daha toparlandı, titreyen ellerini ileriye doğru, o beyazlığı, o tarifsiz nuru tutmak ister gibi uzattı… Sonra… Sonra kuvveti kâfi gelmedi; iki kolu iki yana düşüverdi. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.