Bütün acıların, sıkıntıların biteceğine inanıyordu...

A -
A +
"Bir gün kaşını yukarı kaldırıp demiştin ki: Ali’ciğim, dışarıdaki soğuk ne ki, içimizde soğukluk olmasın!” 
 
Çok düşünüyordu çocuklarını Naciye Ana, “buna kimsecikler dayanamaz” dedi, çocuklarının oturduğu köşeye doğru acıyla baktı. Canı gibi sevdiği evlatlarının gözünün önünde çaresiz haykırışları, şüpheleri, korkuları, manasız çıkışları, saçma sapan soruları, çok tuhaf hâlleri, delilere mahsus gülüşleri, duvarlara, herhangi bir yere çok şiddetli tekme atışları, Ali’nin kahreden yalnızlığı, Elifciğin babasının olmadığını ama anasının da olmayacağını, yalnız kalacağını söyleyip korkması, pek ızdırap veriyordu. Büyük şehirde kimsesiz ve çaresiz kalmasına sabredip mukavemet göstermesi pek de kolay olmuyordu. Dayanma kuvvetinin küçükken dinlediği seferberlik hikâyelerinden, âlimlerin numune hayatlarından almasına alıyordu da, bu da bir yere kadardı.
Yusuf nebi değilim,
Kervana kul olayım,
Yanayım, kül olayım,
Mısr’a sultan olmazsam.

Hâlime gülmesinler,
Yanıma gelmesinler,
Yunus’u bilmesinler,
Gerçek âşık olmazsam.
Bir gün bütün acıların dineceğine, sıkıntıların biteceğine, kötü günlerin geçeceğine inanıyordu adı gibi. Sabretmeliydi, ne pahasına olursa olsun bu şarttı. Beyinin vefatı, fukaralığı üst üste gelmişti. İş bulsa da bu yavruları kime emanet edecekti? Sadece sabır gösteriyordu. Kendini bir girdap içinde hissediyordu. Bu girdaptan bir çıkabilseydi, önünü bir görebilseydi!
Her şeye rağmen yine de toparlanmayı, çocuklarını kurtarmayı kendi kendine telkin ediyordu. “Ben sabırlı olup oğluma, kızıma sahip çıkmalıyım, onları sağlıklı büyütmeliyim. Bana çok ihtiyaçları var” dedi, ellerini kaldırdı; “Allah’ım bana dayanma kuvveti, bol sabır ver” diye duâ etti…
          ***
Haftalar, aylar, böyle diken üzerinde geçiriyordu. Bazen ümitleri bir güneş gibi, bazen de bir mum ışığı gibiydi. Bir gün bu umutsuzluğun yerini umut alacaktı, ama nasıl?
Ağlamaktan göz pınarları kurumuştu. İçi kavruluyor lakin bir damla yaş akmıyordu. Beyi ahirete göçeli birkaç yüzyıl geçmiş gibiydi! Ona haftalar ay, aylar sene, seneler asırlar gibi geliyordu.
Dertli anne iki çocuğunu yanına almış nefesleriyle ısınırken dışarıda kar yağıyordu bütün şiddetiyle. Canından can evlatlarıyla bir arada sarmaş dolaş yumak olmuşlar. Ali iş olsun kabilinden sordu:
- Ana yine daldın! Böyle mahzun ne düşünüyorsun?
- Çook şey! Yani, her şeyi…  Ya sen!
- Ben, senin son sözlerini düşünüyorum ana!
- Hangi sözlerimi?
- Hangisi olacak? Bir gün kaşını yukarı kaldırıp demiştin ki: “Ali’ciğim, dışarıdaki soğuk ne ki, içimizde soğukluk olmasın!” 
- Çok doğru demişim!
- Daha çocukken, canım babacığım beni bir dizine, Elif’ciği de diğer dizine oturtur, türküler söylerdi; bu akşam onun eksikliğini daha çok hissettim! Şansımız, kısmetimiz böyleymiş ne yapalım! Yine öyle babacığımın dizlerinde oturmam mümkün mü?
- Canım Ali’m sen büyüdün artık, kucakta değil, yanımızda oturursun bundan böyle! DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.