Saraydan ayrılıp eski kulübeme geldim, güya istirahat edip üzerimdeki yorgunluğu atacaktım...
Behlül:
- Bu Divane’nin ziyan olmasına, yitip gitmesine seyirci kalmadınız, bana ne demediniz. Müteşekkirim, çok borcum var çook!
- Sağa sola savurmadım değil mi Behlül’üm?
- Hayır! Yazın kavurucu sıcaklarında bile "Gel evladım! Ne kadar terlemişsin…” dedin, bağrına bastın.
- Daha ileri gitme! Unuttuğum şeyleri sayma Behlül!..
Kalktı yanıma geldi. “Hadi içeri geçelim” dedi, serin suların aktığı çeşmenin yanına götürdü. Nefis bir yayla havası vardı. Sıkıntılarım hepten buharlaşıp uçmuştu. Her nedense ağlamak geldi içimden. Acıdan değil, huzur ve saadetten ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Daha önce yaptığı gibi yine önümde dizlerinin üzerine çöktü, iki eliyle yeniden ellerimi avuçlarına aldı. Şefkatle bakıp, merhametle siliyor, yanaklarıma doğru süzülen billurdan tanecikleri. O damlalar, kızgın sac üzerine düşmüş de cos diye bir ses çıkarmadan kalbimi ferahlatmıştı. Ne güzel hediyelerdi onlar; bütün acılarımı, hayal kırıklıklarımı, dert, belâ ve musibetlerimi eritip bitirmişti…
Birkaç haftalık maceram hayatımın en mühim dönüm noktalarından biri oldu. Bazen nefis kendini sıkıntıya sokup mütevazı görünerek de insanı çeşitli tuzaklara düşürebiliyormuş. Çok yakinen yaşadım, gördüm. Onun için nefsime hiç itimadım yoktu. Hakiki Müslüman olmak için hislerimle değil ilimle yaşamam lazım geldiğini kalbimde hissediyorum artık.
Saraydan ayrılıp eski kulübeme geldim, güya istirahat edip üzerimdeki yorgunluğu atacaktım. Kendime bakıyorum ne yorgunluğumdan bir eser, ne de uykum vardı. Yüksekçe bir yere çıktım, öylesine Dicle vadisine doğru bakıyordum. Türlü çeşit renk ve boyda ağaçlara gözlerim takıldı, bir de ne göreyim? Bütün meyvesiz ağaçların dalları yukarı doğru boy vermiş. Meyvelilerinse, ağırlaşan dalları toprağa doğru sarkmış vaziyetteydi. Sonra düşündüm: Bunlar bana lisan-ı hâl ile bir şeyler diyordu ama ne? Bir mübarek şöyle demişti: "İçi boş olanların burnu havalarda olur, dolu olanların boynu bükük, yüzü yerlerde…”
Bu dünyaya gelmiş hiçbir kimse Sevgili Peygamber Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, kadar çok “meyve” vermemişti. Bu yüzden onun tevazuu en derinlere kadar inmişti.
Kul olmak ancak tevazu ile başlıyordu. "Allahü teâlâya hürmet, muhabbet göstermek nedir?” derseniz, derim ki: "Mütevazı olmaktır." Peki "Allahü teâlânın büyüklüğünü görmek nedir?" diye suâl etseniz ona derim ki: "Kendi küçüklüğünün, hiçliğinin farkına varmaktır..." Fazla âlim olmaya, uzun söze ne hacet...
Yaptığından bellidir, câhil olanın hâli,
Dinden habersiz yaşar, bilmeyen ilmihâli.
Bilesin, ilmin kapısıdır hazret-i Ali.
Hemen öğren İslâm’ı, geçip gitmeden zaman,
Elbet aldanmış olur, iki günü bir olan.
Huzur istiyorsan eğer, sağlam olsun yolun,
Hak teâlâ emreder: "Güzel ahlâklı olun!”
Cehd edin, okuyun doğru malumatla dolun.
Durma doğruyu öğren, kaçıp gitmeden zaman,
Çokça yanılmış olur, iki günü bir olan.
DEVAMI YARIN