Adama dikkat kesiliyorum; güneşte kavrulmuş kırış kırış yüzü, pek kederliydi, onun için de hiç gülmüyordu.
Hacıların dönmeye başladıklarını biliyordum. Mutlaka o da gelecekti. Geçme ihtimali olan yol kenarlarını kendime mekân etmiştim elimde olmadan. Aklımdan geçenleri anlatsam Sultanımız hemen "Zenginlik günah mıdır?” diye karşı suâl sorarak beni susturmak isterdi. Hiç mümkün müydü susmam? Hemen ben de “Veren el, alan elden üstündür Sultan’ım…” der, onu rahatlatırdım. Mühim olan her imtihanı yaşayanın o hâlini rıza-i ilâhiye münasip yaşamasıydı. Övünme, kibirlenme, kendini beğenme hastalıklarından kurtulması, hatta şirk gibi tehlikelere düşmemesiydi.
Güneş tepeyi aşarken bile nehir kıpırtısızdı. Kıvrım kıvrım uzanan kıyıda yosun ve çamur kokuları kokluyorum elimde olmadan. Tam karşımda duran küçük balıkçı kayıklarının yanaştığı basit tahta iskele yer yer çürümüş; ha yıkıldı ha yıkılacakmış gibi eğreti duruyordu. Biraz uzakta tek ayak üstünde dikilen iki leylek ve balık tutmaya çalışan başka bir babayla bir oğul dikkatimi çekti. Baba oğul, hem tekneyle, hem de tutmaya çalıştıkları balıklarla amansız bir mücadele içindeydi… Bütün hareketler ağır çekim… Adama dikkat kesiliyorum; güneşte kavrulmuş kırış kırış yüzü, pek kederliydi, onun için de hiç gülmüyordu. "Kim bilir ne derdi var?” dedim, senelerin bıraktığı derin çizgilerin hâkim olduğu yüze daha dikkatlice baktım. Hangi harpten veya kavgadan kalma derin bir kılıç yarası izi, şakak kemiklerinden çene altına kadar uzanıyordu… Çukura kaçmış gözlerinin rengini görmek ise mümkün değildi. Dünyanın kahrına dayanmaya çalışan, istikbalden ümidi kalmamış bu adam; arada bir “Hay Allah!” sözleri ile hissiyatını haykırıyordu. Neden sonra bu tecrübeli balıkçı, birden hareketlendi “Sultan’ımız teşrif ediyor…” diye bağırıp işini bırakması bir anda oldu. Sonra da koşmaya başladı. Ben de daldığım hayallerden koptum, ayağa kalktım. Bütün var gücümle adamın peşi sıra koşmaya başladım.
Ufuktan kalabalık bir kervan çıktı. Biraz öncesine kadar in-cin top oynadığı boş sokaklar, yollar birden kalabalıklaşmaya başladı. Yediden yetmişe herkes, Sultan’ı karşılamak için acele ediyordu. Gözüm yollarda hepten hasretini çekiyordum zaten, hiç geri kalır mıydım? Hemen kalabalıkların arasına karıştım.
Beni gören çocuklar laf atıp oynamaya, gülüp eğlenmeye başladı. Gencin biri itekledi, yüzüstü yere kapaklandım. Ellerime, dizlerime kumlar gömüldü, yüzüm çizildi. Tam o esnada biri “Halife-i Müslimîn Hârûn Reşid Sultan’ımız teşrif ediyor! Yol verin! Kenara çekilin! Yol açın!” diye bağırınca çocuklar da beni bırakıp kervanın gelişini seyre daldılar. Sultan’ımız bize iyice yaklaşınca;
- Ey Halîfe-i Müslimîn! Ey Hârûn Reşîd Sultan’ım! diye seslendim. Sesimi tanımış olmalı ki hiç bekletmeden perdeyi kaldırdı. Acayip hâlimi görünce mahzunlaştı.
- Bu ne hâl Behlül’üm?
- Efendim! Sizi karşılamaya çıkan tıfılları güldürmek için yere düşme hareketleri yaptım. Üstüm başım toz toprak oldu.
- !!!
DEVAMI YARIN