Bir an ne diyeceğime tereddüt etsem de bende laf çoktu. “Yok mu büyük heveslerin?” dedim kâğıt toplayan çocuğ... Şaşkınlığımı saklayamadığım bir cevap almıştım. “Dünyanın en büyük üçkâğıtçısı olmak istiyorum!” deyince dilimi yutmuş gibi oldum. İçimden “Çocuk hayatını yaşamak istiyor belli…” dedim, gülüp geçtim.
Aynı Jale o gün bu konuşmaları normal karşılarken, şimdi tuhaf buluyordum. Bir insanın ruh âlemi bu kadar mı değişirdi? Tam yüz seksen derece zıt bir bakış ya da daha yeni şeyleri de görebilme kabiliyeti... Çocuk dediğim üstü başı kirli bir gençti ve hâlâ bana oldukça dikkatli, yiyecekmiş gibi bakıyordu. Aldırmasam da peşim sıra;
“Tohum toprağını, dallar rüzgârını, yaprak meyvesini, martı simidini beklerken ben de seni bekledim! Nice caddeleri, köprüleri geçtim. Ben seni seçtim!” diye açıkça laf atıyordu. Şimdiki hâlim olsaydı söylediğine bin defa pişman ederdim.
Ne hikmetse mini eteğimi çekip sokaklara çıktığımda dönüp bakmayan şu veya bu şekilde laf atmayan olmazdı. Bize gösterilen bu yılışıklığı büyük bir âlâka olarak kabul eder, büyük bir iltifatmış gibi de arkadaşlarımızla bir araya gelince söyleyip gülüşürdük.
“Bilin bakalım kızlar bugün kaç delikanlı bana ‘Canım, aşkım!’ dedi? Onların cevabı daha da coşkulu oluyordu. “Ooo! Ya bize sıralanan aşk sözleri! Hangi birini anlatalım?” der, karşı hamlede bulunurlardı.
Bir gün inat edip saymıştım tam yüz üç kişi laf atmış, on dört kişi el kol hareketleriyle “güzelsin” mesajı vermişti. Beş kişi çok yakınıma gelerek arkadaşlık teklifinde bulunmuştu. Şimdi aklıma geliyor da yüzüm kızarıyor. Oysa bir hafta öncesine kadar evli olduğum hâlde bana gösterilen âlâkadan dolayı memnun oluyordum. Tanju’nun da benim başkalarının tarafından beğenilmeme ses çıkarmıyor olması beni daha da cesaretlendiriyordu. Hatta garip bir mutluluk dahi duyuyor olabileceğini düşünüyordum ki giyim kuşamımda herhangi bir farklılığa gitmemiştim.
Beyim olacak adam da bu hususta beni hiç ikaz etme ihtiyacı duymuyor, bilakis memnunmuş havası estiriyordu. “Kıskanma, namus meselesi etme, günah” gibi bir derdimiz yoktu. Anlayacağınız çağdaş modern gençliğe yakışan neyse onu yapıyorduk sadece...
***
Bir defasında Tanju’yla buluşacağım kafeye erken gittim. Oturdum, garsona çay söyledim. O gün hava serin olduğundan dolayı başımı montumun yakasına gömdüm. Nereden aklıma geldiyse “Ağacın yeşili kendini, denizin mavisi göğü taklit ediyor. Ben de Tanju'yu taklit ediyorum ve bundan dolayı da çok huzurluyum, memnunum da...” dedim. Başımı montumun içinden çıkarıp gördüğüm kadarıyla vitrinden dışarı baktım. Oldukça ince toz hâlinde bir yağmur çiseliyordu. Biri içeri girmiş olmalıydı ki nereden geldiğini tahmin edemediğim serin bir yel esti. Ensemden giren o zerreler üşüttü, elimde olmadan ürperdim. Aklıma gelen muzipliklerden dolayı da tebessüm ettim.
Gelen tıkırtılara başımı kaldırdım, Tanju tam karşımdaydı ve yağmurdan dolayı da ıslanmıştı. Cadde boyunca sıralı dükkânların kepenkleri gibiydi. Sanki yoldan geçerken birileri üzerine su serpmişti de damlacıklar hâlâ akıyordu. DEVAMI YARIN