Dursun Ağagil’in kapısının önünden geçiyordu ki!..

A -
A +
İçeri girdiklerinde yer sofrası tam tekmil hazır misafirleri bekliyordu. Taze lavaş ekmekleri katlanıp katlanıp istif edilmişti.
 
Lütfü Hoca, bir günde çok şeylere şahit olmuş, fena düşüncelere dalmıştı. Bu uzun ve çapraşık âlemde her şey altüst, her şey en beklenmedik şekilde gelişiyordu. Evet, aydınlık tebessümü gibi ufuktan doğan güneş, bir altın yağmuru gibi dökülüyordu Hurtkese’den aşağıya. Erzurum havalisinde güneş ışınları som altın kıymetinde olduğundan hep ona benzetilirdi. Cemaatle birlikte Dursun Ağagil’in kapının önünden geçerken önü kesildi.
- Hocam buyurun hanemizi şereflendirin.
- Fakat…
- Evet, dünyada olmaz! Bırakmam! Yengen kete yapmış, pağaç daha tandırda,
- Eve haber verseydim bekler.
- Ben şimdi İbrahim’i gönderirim, merak etme!
İçeri girdiklerinde yer sofrası tam tekmil hazır misafirleri bekliyordu. Taze lavaş ekmekleri katlanıp katlanıp istif edilmişti. Bir büyük tabak kavurma, taze cıvıl peynir, kocaman bir petek bal, tereyağı, pişi, helva… gelenler leğen ibrikle ellerini yıkayıp kabartılmış minderlere geçtiler. Kimler yoktu ki? Nevzat Ağa, Seyfullah Ağa, Fehim Baba, İsmail Ağa, Hacı Dilaver Dayı… İlk işi hastayı sormak oldu Lütfü Hocanın.
- Bu gece hastamız dâhil bütün hane halkı derin bir uyku çektik hocam. Uykuya hasret kalmıştık.
- Elhamdülillah! Derdi veren de, sebepler de, şifa da hep ondan. Bir insan hasta olsa, “Doktora gittim hastalığımı iyi etti…” dememeli, “Hastalığımın iyileşmesine sebep oldu…” demelidir.
- Ne farkı var hocam?
- Dikkat ederseniz çok büyük farkı görürsünüz. Derdi veren alan Allahü teâlâ...
- Beyi Almanya’dan geldikten sonra bu evi yeniden yaptırdık Hocam. En iyi oda gelinimizde. Beyaz, tül perdeli güzel, aydınlık, çok ferah bir odada yatıyor. Daha doğrusu hem burada yatıyor hem de odanın penceresinden, bahçedeki söğütlere bakıyordu. Bir ara bana döndü; “Bu ağaçlar garip bir ağaç! Âdeta insan gibi fakat susturulmuş bir insan gibi duruyor…” İlkin bir şey anlamadık sonrası malum. Gelinim bu ağacın o bahçenin ağacı olmadığını sanıyordu. Kafasında, ayrıca birisinin beklediği hissi vardı. Uzun yoldan gelecek birisinin hasretini çekiyordu…
- Uzun yol malum Dursun Ağa! Almanya’dan senede bir defa gelecek hayat arkadaşını beklemek kolay mı sanıyorsun? Bizimkiler iyi dayanıyorlar!
- Orası öyle Hocam! Ne yapacaksın ki fakirlik her şey yaptırıyor. Sizin bu iyiliğinizi hiç ama hiç unutmayacağız!
- Cenâb-ı Allah, kuluna doğrudan şifâ vermeye kadirdir. Ancak O, kulunun sebeplere sarılmasını istemektedir. Bunun için Eyyûb, aleyhisselâma “Ayağını yere vur…” emrini veriyor. Kulunun şifâ için bir çaba göstermesini diliyor. Ardından yıkanacak sıcak/kaplıca suyu ve içilecek şifâlı suyun çıkmasını lütfediyor. O şifâlı sularla yıkanıp onlardan içen Eyyûb aleyhisselâm sağlığına yeniden kavuşuyor. Demek ki kul, Rabbine güvenip dayanarak şifâ yollarını arayacak ve şifâyı bulacaktır.
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.