"Durun, durun! Ne yapıyorsunuz? Behlül’ü tanımadınız mı?.."

A -
A +

Saraya gittiğimde ortalıkta kimseler görünmüyordu doğru tahtın bulunduğu has odaya geçtim ve padişah gibi tahtın üzerine oturdum!..

 

 

 

Doğruca kalkıp kabristâna gittim ve tek giriş kapısının önünde oturdum... Şu veya bu işle kabristana yolu düşenler, benim kapıda nöbetçi gibi yatıp kalktığımı görünce başıma toplanıp;

 

“Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin?” dediler. Adamlar haklı olsalar da bir ders vermem lazım geldiğine inanıyordum. Onlara; “Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum...” diye cevap verdiğimde iyice şaşırdılar, hatta bazıları kahkaha ile güldü ve;

 

“Hay Allah iyiliğini versin Divane! O adamın burada işi ne? Şimdi o keyfinde eğleniyor! Senden çaldıklarını yiyordur” dediler. Bunun üzerine ben de onlara dedim ki;

 

“Siz hiç merak etmeyin o mutlaka bu kapıya gelecek! Ha bugün ha yarın veya bir başka gün muhakkak ecel onu buraya getirecektir...” deyince derin tefekküre daldılar. Bu sözlerim üzerine başka bir şey söyleyemediler. Zaten maksadım da onları düşündürmekti ölüm hakikati üzerinde.

 

Şunu çok iyi anlamıştım: Ölüm unutulunca dünya muhabbeti artıyordu.

 

***

 

Sultan’ım beni yakinen takip ediyordu. Hırsızların evime girip olanları çalmalarına gülmüş. “Garibimin neyi vardı ki çaldılar?” demiş, saraydan zaruri ihtiyaçlarım için lazım olan bir iki eşyayı göndermişti. Daha fazla göndermemişti. Huyumu biliyordu. Onunla ahiret kardeşliğimi bitirmeme ve bir daha konuşmayacağıma tahammül edemezdi.

 

Saraya gittiğimde ortalıkta kimseler görünmüyordu doğru tahtın bulunduğu has odaya geçtim ve padişah gibi tahtın üzerine oturdum. Meğer nöbetçiler de yanı başımdaymışlar, benim halifenin koltuğunda kurulmuş oturduğumu görür görmez büyük bir suç işlemişim gibi üzerime atıldılar. Nereme denk gelirse vurmaya başladılar. Ben ise “Vah Harun Reşid vah!” deyip söyleniyordum. Onlar bu şekilde söylenmeme daha öfkelendi daha çok dövmeye başladılar.

 

Gürültü patırtılara sarayın diğer odalarındakiler de koşup geldi. Ben dayaktan dolayı acıyan yerlerimle alâkadar olmuyor, sözlerimi tekrar etmeye devam ediyordum. “Vah Hârûn Reşîd! Vah Hârûn Reşîd!” Bu arada Sultan'ım da çıkıp geldi.

 

- Durun durun! Ne yapıyorsunuz böyle? Behlül’ü tanımadınız mı?..

 

Meğer yeni gelen genç askerler beni tanımıyor, kim olduğumu bilmiyorlarmış. Çok mahcup oldular, özür diledi elimi ayağımı öpmeye kalkıştılarsa da müsaade etmedim. Fakat “Vah Hârûn Reşîd! Vah Hârûn Reşîd!” demeye devem ediyordum. Sultan’ım bu ifadelerime çok şaşırmış, niçin öyle söylediğimi de pek merak etmiş olmalı ki:

 

- Ey  Behlül! Bu ne hâl? İkide bir benim adımı anıp söylenip ağlıyorsun!

 

- Dost bildiğim Sultan’ımın akıbeti için ağlıyordum!

 

- Dayak yiyen sen! Benim için ağladığını söyleyen de sen! Bu iş nasıl oluyor  Behlül?

 

- Senin için ağlıyorum Sultan’ım! Sizi ziyarete gelmiştim tahtı boş görünce “Nasıl bir şeymiş burada oturmak?” deyip bir an oturdum. Oturduğumu gören askerler deliye dönmüştü. Hiç acımadan nereme denk gelirse vurdular! Sağ olsunlar! Bir anlık oturuş karşılığında bir dünya kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun, bu gidişle daha da oturacak görünüyorsun! "Ahirette, mahşerde o MAHKEME-İ KÜBRA yani hesap gününde hâlin nice olur?" diye düşündüm hep ona ağladım! DEVAMI YARIN

 

 

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.