“Demek; Allahü teâlânın müsaadesiyle, bundan sonra, bu konakta yaşayacağım!..”
Birbirlerine belli etmeseler de Küçük Numan başka âlemde, baba bambaşka düşüncelerdeydi bugün. Atını ara bir sokağa doğru sürdü baba Ahmet Efendi. Kısa bir zaman sonra da dizginlerini çekti ve aynı anda müşfik bir edayla sağ işaret parmağını ileri uzattı ve “işte şu bina!” dedi. Numan; atın terkisinden o işaret edilen tarafa bakarak neler düşündü neler: “Demek; Allahü teâlânın müsaadesiyle, bundan sonra, bu konakta yaşayacağım!..”
Taş bina öyle bir görünüme sahipti ki, beğenmemek, burada yaşamayı istememek mümkün değildi. Kocaman, iki kanatlı kapısından her an talebeler çıkabilir düşüncesindeydi Numan. Hâlâ kalbinin atışları sürüyordu. Alışık olduğu ana yuvasından yeni bir yere gelmek, tutunmak, kabul etmek veya kabul görmek sanıldığı kadar da kolay olmayabilirdi. Binbir düşünceyle atın terkisinden indi ve babacığının elini öptü. Hüzünlendiğini de, sevincini de gizlemeyi beceriyordu. Babası bu işlerde daha mahirdi. Hiç renk vermediği hâlde yine de ayrılırken gözlerinin dolduğunu görmüştü Numancık.
Öyle sanıyordu ki, en küçük yanlış bir hareket, kaba bir davranış kalplerin sarsılmasına, hatta kırılmasına sebep olabilirdi. Parmak uçları üzerinden medreseye doğru yürüdü. Burası oraların en sağlam, en güzel ve en yüksek binasıydı. Sanki iki köy yolu kenarına çok eski çağlarda çakılıp kalmış ihtişamlı küçük bir saray veya iki katlı büyükçe bir ev görünümündeydi. Duvarlar kara taşlardan örülmüş, çatısı ise kırmızı kiremitlerden örtülmüştü. Pencerelerinin tamamı da kemerliydi. Bahçesindeki rüzgârdan eğrilmiş meyve ağaçlarını, ahşap destekleri ayakta tutuyordu. Ve duvarların çatıyla birleştiği yerler kuşların girip çıktığı, şakıyarak etrafı şenlendirdiği kuş evi gibiydi. Medrese, kelimenin tam manasıyla pek güzeldi. Tam istediği bir yapıydı. Ve orası bir ilim yuvasıydı her şeyden evvel…
***
Kara Fadıl Hocaefendi; insanların kem gözlerinden uzak olduğu zamanki o içten gelme tez canlılık ve incelikle medresenin bahçeye açılan kapısından daha henüz dışarı çıkmıştı ki, girişin yanı başında sanki çocuk denecek yaşta, iyice uçuk benizli ve yeni ağlamış, gözleri nemli bir küçük köylünün yüzünü gördü. Sırtında kar gibi bir mintan vardı, duman renkli yünden örülme tertemiz hırkasını da koluna almıştı. İlkin tanıyamadığı, gelen masuma dikkatlice baktı.
Bu küçük köylünün teni o kadar ak, ela gözleri o kadar canlı idi ki; ilkin bunun; bir dilekte bulunmaya gelen, kılık kıyafet değiştirmiş bir genç kızcağız olabileceği düşüncesi geldi. Giriş kapısı önünde, gerçekten elini çıngırağa kadar uzatmaya bile boyu yetişmeyen, kapıyı tıklatmaya cesaret edemeyen bu çocuğa acıdı, her nedense gözleri doldu. Onun bu masum hâlinin kendisine verdiği kederi belli etmeden ona doğru iyice yaklaştı. Kulağının tâ dibindeymiş gibi tatlı bir sesle “A evladım, ne zaman geldin buraya” deyince irkildi küçük Numan... DEVAMI YARIN