Kadı: “O hâlde biliyorsun meselenin hakikatini. Yine tekrar ediyorum, haberin olsun ki buranın adı emanet kabul yeri değil!.."
Kadının cevabı üzerine, Hacı, sahte bir tebessümle: “Evet, Kadı hazretleri! Emanetimi kabul etmediniz. Maksadım, keseleri mühürleyip kendi elimle götürüp bir odaya bırakmama, ömrüm yeterse de döndüğümde gelip almama izin vermenizdi. O müsaadeyi verdiniz. Keseleri mühürlediniz. Ben de gösterdiğiniz odaya kendi ellerimle koydum, çıktım. Yoksa Kadı hazretleri keselere bakmadınız mı?"
Yeniden gelen bu beklemediği suâle karşı Kadı: “O hâlde biliyorsun meselenin hakikatini. Yine tekrar ediyorum, haberin olsun ki buranın adı emanet kabul yeri değil! Senden başka kimsenin içinde ne olduğunu, ne kadar olduğunu bilmediği bir şeyi, elinle götürüp neresi olduğunu kendinin bildiği yere koymuşsun! Elbette şimdi de oraya gidip alabilirsin. Fakat bu işin adı 'Emanet kabul etmek, demek değildir…” deyip kestirip atınca Hacı, korkuyla ve hayal kırıklığıyla şöyle demiş: “Vallâh billâh! Benim maksadım da bundan başkası değildi!”
Altınlarını emanet bırakan eski Tüccar, yeni Hacı, Kadı'nın işaret ettiği odayı hatırlamış, doğru oraya gitmiş, dolabı açmış. Altın keselerine göz atmış. Keseler yerinde, fakat ne yazık ki içinde bir sikke bile yokmuş. Keselerin her bir köşesini fare kemirmiş, sikkeleri son tanesine kadar götürmüş görünüyormuş. Sızlanarak ve zulme uğramış şekilde geri dönen Hacı:
“Efendim! Keseler yerinde lakin altınlar yok! Bugün burada, yarın sırat köprüsünde hesabı var! Bir Allah kulunun başına bela getirmek, hele bunu makama yaslanıp yapmak Müslümanlığa yakışmaz!” Beklemediği bu ifadeler karşısında Kadı, suratını asmış, ağzını açmış:
“Mel’ûnu’l-habîs! Dâr-ül-hilâfenin saf kadısına iftira mı atıyorsun? Nasıl bir uyuz kelpsin? Cahil! Uzun dilini kısalt, kökünden koparılmasını emretmeyeyim! Sana açık bir lisanla bu keselerin içine bakmadığımı söyledim! Dâr-ül-kazanın âdil ve emin kâtipleri de şahiddirler. Eğer fareler dolapta görülmeselerdi haklıydın! Oysa farelerin keseleri kemirmiş oldukları ortada. Gördüklerin, bu ihtimali teyit ediyor! O zaman buna ne diyeceksin? Başka ne iftiralar atacaksın? İşin tadını kaçırma! Beni kızdırana kadar, koyduğun yerin farelerine ‘Benim altınlarımı sakın almayın!’ diye tembih etseydin! Eğer mümkündüyse...”
Hacı, perişan ve ağlayarak divandan çıkmış. Ne cebinde parası, ne çaresi varmış. Hazırdan yemeğe alışık olduğundan dolayı da çalışmaya yüzü olmadığı gibi ona buna el açmaya da yüzü yokmuş. Bu perişan hâliyle benim gibi düşünmüş ki insanlardan uzak bu köşeyi tercih etmiş. Bu sefer de benimle karşılaştı.
Gözyaşı döküyor, kadıya ve kendi ahmaklığına kahrediyordu durmadan. İçinde bulunduğum harabenin bir köşesine çürümüş bir kütük gibi düştü, oturdu. Başını dizlerine koydu ve “Akılsız başım! Akılsız başım!” diye bir ağıt tutturdu. Ben de bu ağlama seslerine uyanmıştım zaten. Oysa ne güzel rüyalar görüyordum.
Bu yeni Hacının amansız ağlamasına kim olsaydı aklını oynatır, yerinden fırlardı. Bende zaten akıl yoktu ki oynatsaydım. DEVAMI YARIN