İki elimi yanlarıma saldım başımı salladım ve ümitsizce; “İnanın Sultan’ım; hiç Cenneti, Cehennemi düşünüp ağlayan yoktu…”
Bu sefer isim vererek kimin ne taşıdığını sayıp döküyordum saf bir çocuk heyecanıyla:
- Bak Sultanım! Şu başvezirin sırtında zeytin gözlü bir çocuk, bu ortanca vezirin de kocaman bir köşk vardı…
Ben böyle söyledikçe isimlerini saydıklarım renk alıp renk veriyordu. "Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yosun gözlü esmer bir hatun, şu paşanın sırtında yağız bir tay, bununkinde de ihtiyar annesi vardı!”
Sonra iki elimi yanlarıma saldım başımı salladım ve ümitsizce; “İnanın Sultan’ım; hiç Cenneti, Cehennemi düşünüp ağlayan yoktu…” Böyle beklenmedik bir şekilde her şeyi gözler önüne serince, herkes dehşet içinde, şaşkınlıkla ve yeniden birbirinin yüzüne baktı, mahcubiyetlerini gizleyemediler! Sultan da yüzü yerde hiç başını kaldıramıyor sadece ağlıyordu.
Aynen doğruydu dediklerim çünkü; kimi doğacak çocuğunu düşünüyordu namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri tamir edeceği kapıyı, diğeri aş ocağında pişireceği yemekleri… Biri uzaktan gelmiş bir şey yememişti ve çok acıkmıştı sarayın yemeklerini, birinin aklında nar gibi kızarmış tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde bakıma muhtaç annesi vardı. Derin bir sessizlikten sonra Harun Reşid tekrar bana döndü:
- Peki söyle bakalım Behlül, bende ne vardı? Önce cevap vermek istemedim, çok ısrar edince de “Emir edepten üstündür Sultan’ım…” dedim konuştum.
- Zaten en çok da size şaştım Sultan'ım! Sırtınızda kocaman bir çalar saat vardı!
- Ne dedin?
- Çalar saat…
- !!!
Sultan’ımıza yeni Müslüman olmuş hükümdarlara, kral ve diğer devlet reislerine göndermek, İslâmiyet’in faziletlerini anlamalarına yardımcı olmak için fen adamlarına hazırlattığı çalar saati “Acaba vakit girdiğinde kendiliğinden ses verecek mi veremeyecek mi?” diye düşünüyormuş namazda… İsim isim sırtlarında ne taşıdıklarını sayıp dökünce, utançlarından yüzleri kızardı, çok mahcup oldular. Onlar mahcup oldular da ben ne oldum? Perperişan oldum! Sırlarımın hepten deşifre olması beni fevkalâde tedirgin etmişti. O akşam yemeği nasıl yedim garip haneme nasıl gittim hiç farkında değildim.
Bu hadiseden sonra Ukalâ-yi mecânînden, yani deli görünüşlü akıllılardan saymaya başladılar ben zavallıyı. Ayrıca Behlül-i Dânâ, Behlül-i Dîvâne, Sultânü’l-meczûbîn ve halife Hârûn-ür-Reşîd ile olan bu sınırsız münasebetlerimden dolayı da “Behlül er-Reşîd” diye de çağrılır oldum.
Garip hâneme mahcup gittim o gece. Mehtap, Dicle’nin üzerini pırıl pırıl aydınlatıyordu. Benim içim ise zifirî karanlık... Derinden gelen su şırıltısı, ta uzak diyarlarda görüp geçirdiklerini kıyıdakilere ve bilhassa bana duyurmaya çalışıyor gibiydi. Hafif bir meltem, gecenin sıcaklığını bastırmak için bütün soluğunu harcıyor, yine de yanan bağrımı serinletmeye kâfi gelmiyordu. İkimiz de sessiz konuşuyorduk bütün kuvvetimizle...
DEVAMI YARIN