Adı gibi çok mübarek biriydi. Belki de bu hususiyetinden dolayı bu Türkistanlı büyüğümüze Abdullah bin Mübarek deniyordu.
Ramazan-ı şerif yaklaşmıştı. Vaaz, nasihat yapması için bu en ihtiyar talebe Abdullah Efendi’ye vazife verilmişti. O gün verdiği vaazı unutmama imkân yok… Her şeyi evvelinden hazırlamış ve birçok sayfanın arasına da gül, lâle yaprakları sıkıştırmıştı. Niçin öyle yapıyorsun?” diye suâl ettiğimizde. “Hem aradığım sayfaları kolay bulayım diye, hem de o sayfa açıldığında Sevgili Peygamberimizin mübarek kokusunu duyayım ve o güzel kokuyu etrafımdakilerle de paylaşayım diye…” demiş, tebessüm etmişti. Adı gibi çok mübarek biriydi. Belki de bu hususiyetinden dolayı bu Türkistanlı büyüğümüze Abdullah bin Mübarek deniyordu. Elindeki kitapla minbere yürürken, ayağı hasırların birine takıldı, tökezlenip düşüverdi. Bu hâliyle bile pek hürmet ettiği kitap yere düşmesin diye kolunu hep havada tutuyordu. Yani, kendinden daha çok kıymet veriyordu elindekine. Kitabı yukarı tutma gayretinden kolu havadaydı velakin sayfaların arasındaki gül ve lâle yaprakları yerlere saçıldı. Etraf nefis gül kokularıyla doluverdi birden. Hiç beklemeden de o hızla ayağa kalktı. Şaşkın, biraz da utanmış olmalı ki yüzü al al olmuş vaziyette cemaate döndü:
“Ne kadar beceriksizim, görüyorsunuz değil mi? Maharet denen şey bize uğramamış galiba! Kusuruma bakmayın! Aciz kuluz ne yapacaksın ki! En ufak bir şeyde dengemizi kaybediyoruz. Netice malum, her şeyi açık görüyorsunuz… Şimdi bu dökülen gül ve lâle yaprakları yerinde başka şeyler olsaydı onlar dökülecekti zemine. Gül olduğu için dökülenlerden gül kokuları yayıldı etrafa. Ecdâd der ki: ‘Bir kapta ne varsa o sızar…’ Güzellikler varsa güzellikler, çirkinlikler olursa bu sefer de onlar dökülürdü. Ne kadar hamd ve şükür etsek yine de azdır. Yaprakların yerini bulup oradan okumam zaman alabilir, en iyisi tevafuk edeyim, hangi sayfa nasibimize açılırsa oradan anlatayım. Ne dersiniz? Ezbere vaaz beklemeyin benden, her şey olur ama işte o mümkün değil… İnsan aklında kalanları söylemeye çalışırsa yanılabilir. Dinde, bana görelik olmadığı gibi, şuna buna görelik, devire, zamana görelik de olmaz. Akla uydurarak dini anlatmak çok büyük bir vebaldir Allah muhafaza…”
Biz pürdikkat kesilirken, o sadece tebessümle elindeki kitaba bakıyor, sonra da dönüp meraklı gözlerle takipçilerine izah ediyordu:
“İhtiyarladığımız için öğrenmekten, öğrendiğimizi hayata geçirip tam mü'min olarak dosdoğru yaşamaktan vazgeçmemeliyiz… Şunu iyi bilin; oyun ve eğlence ile oyalanmak insanı daha çabuk ihtiyarlatır. Susuz insana deniz suyu içirmeye benzer; deniz suyu içen ne olur? Kanmaz, susuzluğu geçmediği gibi daha çok su ister. Bu da gittikçe artarak muhatabını helâka kadar götürür. İşte dünya hırsı da böyledir. Dünya ve içindekilere çok bağlanan, onların peşinde vakit harcayan her istediğine kavuşamadığı gibi o kadar da çabuk yaşlanır, perişan olur... Genç kalmanın, hakiki mânâda muvaffakiyetin, mesut ve bahtiyar olmanın sadece tek sırrı vardır. O da tam ve doğru îmân ve itikattır. DEVAMI YARIN