Çeşitli suâllerle dolu minibüsten indim iş dönüşü. Etrafımı seyrederek eve doğru yürümeye başladım. İnsanın ruhunu karartan kurşunî bulutların yerini pamuk istifi gibi ak bulutlar alıyordu çivit mavisi gök kubbede. Rahmet ha yağdı ha yağacak. İplik iplik incecik bir çisenti yokluyor… sanki kalbimin boşluğunu arıyordu. Yaşama sevincinin bütün şartları hazırlanıyormuş gibi geliyordu bana. Niçinini bilmediğim bir heyecan akıyor damarlarımdan hâlâ. Kalbimin üstünde binlerce kelebek pır pır kanatlanıp uçmaya ramak kalmış... O kadar kedere, üzüntüye rağmen yüzüm pembe gülücükler saçmaya can atıyor. Hayat bir sıkıntı olmaktan çıkıyor muydu ne? Yokuş yukarı zorlanıp tepeye düzlüğe çıkanların rahat bir nefes alması ve sonraki yolunun ise yokuş aşağı olacağını düşünmesi gibi bir hâlet-i ruhiye içindeydim işte. Ya da bütün ağırlıklarını atmış hafiflemiş bir hamal gibiydim...
Eve geldiğimde kendi kendime hâlâ konuşuyordum. Yoksa akıl hastası olmuştum da haberim mi yoktu? Olmayan aklıma neler gelmiyordu ki!
Bir kadın komşumuz vardı. Duydum ki Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine yatırılmış. Çok üzülmüştüm. O zamanki hızlı gençlik kafasıyla anneme sormuştum: “Ben hiçbir şey fark etmedim! Deli olduğunu nasıl anladılar?” diye. O da saf saf cevap vermişti: “Kızım kocasına diyormuş ki; ‘Ağır bir taşın, yere düşerken çıkarttığı gümbürtüye benzer sesler duyuyorum...’ Kimsenin ses filan duyduğu yoktu aslında. İster tuzak deyin, ister eşek şakası, psikiyatride pek çok şey tam anlaşılamıyor. Ondan sonra o komşumuz çok değişti. Sonra taşındılar. Ne oldu, nereye gittiler, son hâlleri nasıl? Asla öğrenemedik. İşte dünya, işte içindekilerin zavallı hâlleri!
Bardağın dolu kısmını görmeyi âdet hâline getirmek lazım. Dünyanın her çeşitten hâlini görüp yaşamayanlar, acı, sıkıntı ve kederin ne olduğunu nereden anlayacaklar? Anlayışı kıt olanlar, hayatın güzelliklerinden evlatlarına ne anlatacaklar? Yaşamak mecburiyetinde olduğumuz şunca zamanı birbirine zıt, aykırı uçlar arasında gezinip geçirmedikçe, tatlı acı hakikatleri görüp bizzat tatmadıkça, yaşamak nasıl doğru anlaşılır ve anlatılırdı ki?
Rahmet yağıyor bak Tanju… gökten değil, kalbimin derinliklerinden, ömrümün çorak toprağına... Ben nihayetsiz bir ovada bir küçücük tohumum, yeşermeye, dal budak salmaya hazırlanıyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
Eve girdiğimi, elbiselerimi değiştirip pencereye geçişimi tam hatırlayamıyorum yoğun düşüncelerimden. Oysa çocukların gelmesini bekliyordum. Etrafı seyrederken öyle dalmışım ki Tanju’nun içeri girdiğini bile fark etmemiştim. Kendi kendime “Seslensen sesimi kim duyar?” deyip ahlanıyordum ki Tanju: “Ben duyarım!” deyip gülünce aklım başıma geldi. Biraz mahcup olsam da hemen toparlandım.
- Aaa! Sen de nereden çıktın?
- Bak şuna! “Leylek getirdi” dememi beklemiyorsun Jale.
DEVAMI YARIN