“Ey mala mülke inananlar benden ibret alasınız!..”

A -
A +

İnsanların ölümüne peşinden koştukları dünya nazarımda bir hiçti. Zaten onun için çok akıllılar bana “DELİ” diyorlardı ya!

 

 

 

Nimete kavuşanlara afiyetler olsun. Onları her hatırlamamda dünyadan ve içindekilerden hepten soğuyordum.

 

Adâletiyle hükmeden hazret-i Ömer, radıyallahü teâlâ anh buyurmuş;

 

"Fazla gülmeyi terk edene HEYBET verilir./Fazla konuşmayı terk edene HİKMET verilir./Fazla yemeği terk edene ibadetin LEZZET’i verilir./Mizahı terk edene ZARAFET verilir./Dünya sevgisini terk edene AHİRET verilir./Başkalarının kusurlarıyla uğraşmayı terk edene de kendi KUSURLARINI ISLAH etme imkânı verilir.”

 

Bu güzel sözleri kendime rehber kabul ediyor, Rabbimin razı olduğu şekilde yaşamak için elimden geleni yapıyor, her türlü fedakârlıktan da kaçmıyordum. İnsanların ölümüne peşinden koştukları dünya nazarımda bir hiçti. Zaten onun için çok akıllılar bana “DELİ” diyorlardı ya! Dünyayı nasıl tutsaydım da öyle gidiyordu. Kime kaldı ki bana kalsaydı. Hani ilahlık iddiasında bulunan Firavunlar, Nemrutlar, Şeddâdlar?

 

İlahlık davasında bulunan melûnlar aklıma gelmişken “Burası da benim CENNETİM” deyip "İrem Bağlarını" yaptıran Şeddâd bin Âd’ın mezarı yanındaki levhada yazılanları yeniden hatırladım. Tüylerim diken diken oldu. Dehşete kapıldım. Aklı olana bunlar bile yeterdi de o dediğimden bende olmadığından zor anlıyordum. Bakın o levhada neler yazıyor?

 

“Benden ibret alasınız!”

 

“Ey ömür uzunluğuna mağrur olanlar! Ey şevketine ve kuvvetine inananlar! Ey mülk çokluğuna ve asker kuvvetine dayananlar! Bilesiniz ki ben Âd oğlu Şeddâd’ım! Kuvvetime ve malıma dayanırdım. Bütün dünya mülkü benimdir sanırdım. Cihan padişahları benden korkularından emrime boyun eğerlerdi! Hûd aleyhisselâm geldi. Bizi azgınlık içinde buldu. Dinine davet etti. Fakat biz kuvvetimize güvendik de onun sözüne itibar etmedik, âsî olduk. Sonunda gökten bir hışım indi. Ordumu da, beni de helâk etti. Hâlimi göresiniz. Benden ibret alasınız!”

 

O eski putperest hükümdarların yanında bir de Harun Reşid Sultanımızı düşündüm. Aralarında uçurumlar vardı. Koca hükümdar, benim gibi bir çulsuzun peşi sıra dolaşıyor, kıymet veriyor, duâmı almak için nefsiyle büyük mücadeleye giriyordu. Biliyorum; kimi varlıkla, kimi yoklukla imtihan ediliyor. Onun imtihanı da hükümdar olmasıydı. Muvaffak olmak için bütün sebeplere yapışıyordu. Ben de ona gıpta ediyordum. Varlık ve bolluk içinde olanların gaflette olması, nefislerinin iyice azıp kudurması çok kolaydı. İşte o nefsini ayaklarının altına alan nadir hükümdarlardan biriydi.

 

Tevazu sahibiydi, alçakgönüllülük ondaydı. Bir yandan kibirden, kendini beğenmişlik hastalığından kurtulmaya çalışıyor, öbür taraftan taban tabana zıt aşırı alçakgönüllülük ve her yapılanı iyiye yorup hüsn-ü zan içinde oluyordu. Aslında, tevazunun özünde kendini bilmek ve ona göre davranmak yatıyor. Mütevâziydi; eğrisiyle doğrusuyla açık konuşur, hatalarını kabul edecek kadar kendine itimadı vardı. "Biz şunları şunları yaptık, ileride bunları yapacağız, geçmişimiz ortada bizden üstünü yoktur!" gibi kendini dev aynasında gören ifadelerden uzak durur, eldeki imkânlar ışığında konuşur, abartılı ifadelerden imtina eder, sakınırdı. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.