Denge, durma noktasını bilmek demek bir bakıma, yani duracağı yeri bilmek demektir. İhtiraslarımı dizginlemeye çalışıyorum durmadan.
İslâmiyet'in diğer bir tarifi de; “ORTA YOL” demek değil miydi? Bütün aşırılıklardan uzak insana yakışan yol. Yani tam denge, var olmak için elzem. Ne en azı isteyip sefaleti yaşamak, ne de “Bütün dünya benim olsun” diyerek her şeye sahip olmaya çalışmak. Buna insanoğlunun ömrü de kuvveti de yetmez zaten. Denge, durma noktasını bilmek demek bir bakıma, yani duracağı yeri bilmek demektir. İhtiraslarımı dizginlemeye çalışıyorum durmadan. Ne kadar sıkı tutarsam o kadar sıkıntılarım azalıyor ve huzur buluyorum. Bütün bunları söylemek, elimde hiçbir maddi varlığım yokken bana kolay elbet. Önümde sıralansa dünyanın bütün nimetleri; köşkler, bağ, bahçe, tarlalar, en güzel Arap atları ve daha niceleri... Ne yapardım biliyor musunuz? Birinin bana bu içimden geçenleri okuyup beni oradan uzaklaştırmasını isterdim. Tabii gücüm kuvvetim yetseydi. Anladığım kadarıyla insanın kendiyle, etrafıyla muharebesi böyle devam edip gidiyor son nefese kadar…
Ertesi gün kalktım kabristana gittim. Orası bambaşka bir âlemdi. “Bak Behlül, aklını başına topla, er geç buraya geleceksin. Son konaklama yurdun burası, sakın unutma!” diyor, nefsimi sigaya çekmeme çok faydalı oluyordu. Gittim boş bir mezara ayaklarımı sarkıtıp otururken yoldan geçen biri beni gördü. Önce korksa da sonra tanıdı. “Ey Mecnûn! Niçin insanların içine karışıp onlarla hemhâl olmuyorsun?” diye laf attı. Ona dedim ki:
“İnsanların arasına karıştığımda dayak yiyorum, kötü söz işitiyorum, gıybet dinliyorum, buraya gelince onlardan hiçbirini yaşamıyorum, çok da rahatlıyorum. Mezarlıktaki ölülerin ne bağırmaları var, ne gıybet ve dedikoduları… oldukça sakin bir yer, kafamı dinliyor, tefekkür ediyorum, doyana kadar. Yetmez mi bu?
Adam fazla üzerime gelmedi. Söylediklerimden bir şey anladı mı? Pek emin değildim ama giderken tebessüm ediyordu. Yeniden kendimle baş başa kalıp öylesine etrafımı seyrederken uçmuş toprak boşluğunda, bir kısmı görünen iki kuru kafa dikkatimi çekti. Gittim, çıkardım “Hey gidi yalan dünya hey! Bunlarda bir zamanlar bizim gibi toprağın üstünde gezip tozuyorlar, yiyip içiyorlar, gülüp eğleniyorlardı!” dedim, aldım, aynı yere oturdum. “Acaba kimlerin bakiyesi? Zengin miydiler, fakir mi, kuvvetli pehlivan mı, yoksa zayıf birileri miydi? Bey mi, paşa, hatta sultan mıydılar, yoksa benim gibi meczup muydular ne? Belki de biri hükümdar, diğeri de kölesiydi. Acaba hangisi köle, hangisi hünkârdı? Dünyada yan yana gelmeyi zül sayanların akıbetine bak ki şimdi ondan da öte omuz omuza yatıyorlar… Takdir-i ilâhî..." diye söyleniyor, kafataslarından bir mânâ çıkarmaya çalışırken Sultan’ımız çıkıp geldi. Hayretle yüzüme ve bir de elimdekilere baktı, pek şaşırdı. Sonra da hayretine dayanamayıp sordu:
- Hayrola Behlül! Elindekiler de ne? Yine nelerin peşindesin?
- Elimdekilerden biri Sultan Babanızın, diğeri de kölesinin kafatasları!
DEVAMI YARIN