Korku dünyama şimdi bir de bu ilave edilmişti. Sultan’ımız hiç selâmsız yaklaşmaz, böyle kırıcı da söylemezdi.
"Hey! Behlûl! Neredesin?" Fasılasız ve insanı sersemletici gök gürültülerine karışan Sultan’ımızın bu haykırışına durdum, en yakınımdaki taşların üzerine çıkıp sesin geldiği tarafa baktım. Sağa sola göz gezdirdim, kimsecikleri göremedim. Başımı kayanın bir yanına dayadım. Kalbim sanki hepten durmuş, soluğum kesilmiş bir durumda, tozlu yol üzerine eliyle bir şeyler çizen, sonra yaptıklarını bozup düzelten bir taraftan da ağır ağır cübbesinin iliklerini ilikleyen Uleyyân’ın kalın kara parmaklarına baktım gayriihtiyari.
Sultan’ımın sesi sahi miydi, yoksa benzetmem miydi? Doğrusu tam anlamamıştım. Bildiğim, fırtına yaklaştıkça korkum, sıkıntım da o nispette artıyordu. Bu hissiyat içinde olanın hâlini bir düşünün; hani fırtınadan önceki o çoğu zaman kopacağını haber veren ürpertici sessizlik anını düşünün…
Hislerim artık öyle gerildi ki, bu durum biraz daha devam etmiş olsaydı, kesinlikle heyecanımdan ya bayılırdım ya da hepten ölür dünyaya veda ederdim.
Tam bu sırada kızıl tüylü bir küheylanın üzerinden hâki renk, tertemiz cübbeli, hafif dolgun, tebessüm eden, pehlivan yapılı, tıraş edilmiş açık başını örten hünkâr sarığıyla Harun Reşid Sultan’ımız iniverdi. Hiç beklemeden de ak pak, narin parmağını bize doğru uzattı:
- Bugün benim divane öldürme günüm!
- Tövbe! Tövbe! O da nereden çıktı?
- !!!
Korku dünyama şimdi bir de bu ilave edilmişti. Sultan’ımız hiç selâmsız yaklaşmaz, böyle kırıcı da söylemezdi. Bunda bir iş vardı ama acaba neydi? Öyle derken sesi titriyor olsa da gayet ciddi görünüyordu. Uzaklara bakarak, belindeki sedef kakmalı hançerinin üzerine sağ elini koymasının hikmeti neydi? Bizim bir kusurumuz, kabahatimiz mi olmuştu da haberim yoktu? Niçin böyle bir söz söyleme ihtiyacı duydu? Birisine zararımız olmuştu da unutmuş muyduk?
Suâller de, korkum da çoktu. O dakikada aklımdan geçenleri tam anlatamayacağım. Tüylerim diken diken oldu, gözlerim sözlerin verdiği şaşkınlıkla, çok yakinen tanıdığım bildiğim, her zaman iltifatlarına mazhar olduğum Sultan’ımıza dikilmişti.
- Dün sabah çok keyifliydim, seni de neşelendirmek için yemek gönderdim Behlûl.
- Evet Efendim öyle oldu.
- Sen de yememiş hepsini köpeklere vermişsin!
- Ama sizin kelblerdi!
- Köpekler bizim de olsa sen bunu nasıl yaptın? Haberim olmadan benim yemeyip sana gönderdiğim yemeğimi köpeklerime nasıl verdin? Bu her şeyden önce bir sultana hürmetsizliktir! Büyük bir edepsizlik, kusur, kabahat ve hatadır!
- Şey…
- Kusura bakma! Bu işin şeyi, meyi olmaz Behlûl!
- Demek bizim itler ha!
Bu ara kendiyle meşgul olan Uleyyân kavruk, esmerimsi yüzünü bizden yana çevirdi. Sanki biraz önce bir böcek gibi kaçıp saklanacak delik arayan o değildi.
DEVAMI YARIN